31 Mart 2008 Pazartesi

DIŞARIDA

(YingYang-3)


(Ying ve Yang bir kafenin dışarıya bakan bölümünde karşılıklı oturmuş çay içmektedirler.)

Ying: Burası çok güzelmiş. Keşke burayı daha önce keşfetseydik.


Yang: Ben de yeni öğrendim burayı. Her hafta mutlaka gelip bir çay içiyorum burada.


Ying:Ya? O zaman ben de her hafta gelirim buraya. Seninle buluşup sohbet ederiz.


Yang: Olur ama bazen gelemeyebilirim. Atölye saatleri değişebiliyor.


Ying: Ne zaman uyarsa artık.

Yang: Biliyor musun, yakında sanat rehberi çıkarmak gibi bir çalışmamız olabilir.


Ying: Nasıl yani, dergi gibi mi?


Yang: Etkinlikleri bildiren küçük bir rehber işte.


Ying: A a, çok güzel bir fikir bu. Bir de hocan için o kadar tedirgin olmuştun.


Yang: Ben o konuda hala rahat değilim. Gerçekten kafası ya çok karışık ya da aynı anda birçok konu ile birden meşgul. Öte taraftan çok iyi niyetli.Tıpkı anaç bir tavuk gibi, civcivlerini her hafta besliyor ya da hediyelerle sevindiriyor. Sürekli yeni projeler üretiyor. Bu, ancak çok ince düşünen birinin yapacağı, hassas bir davranış. Bu yüzden, onu eleştirdiğim zamanların sonrasında vicdan azabı çekiyorum.


Ying: Canım sen sadece düşünceni açıklıyorsun. Eleştiri sayılmaz bile.


Yang: Yine de eleştiri işte.


Ying: Hayır değil. Eleştiri, belirli bir konuda, bir eserin, bir kişinin yine o konuda uzman olan biri tarafından, doğru ve yanlışlarının saptanarak sözlü, daha çok da yazılı olarak belirtilmesidir.


Yang: Vay be! Sen bunları nerden biliyorsun bakalım?

Ying: Geçen hafta yaşadığım daha doğrusu seyirci olarak kaldığım bir durumdan dolayı, eleştiri konusunda araştırma yapmak zorunda hissettim kendimi.


Yang: A a, bana bundan hiç bahsetmedin? Ne oldu anlatsana?


Ying: Oyun provası sırasında, bir arkadaşımla ilgili şahsi bir eleştiri yapıldı, bu da canımı çok sıktı.

Yang: Ne yani hakaret falan mı yapıldı?


Ying: Yok, öyle değil. Arkadaşımın yürüyüşünün çok seksi olduğu, oyunda ise böyle bir durum olmadığı söylendi. Yani, sanki mahsustan yapıyormuş gibi bir anlam çıktı ortaya.

Yang: Yuh artık. Bu eleştiri değil, başka bir şeye girer.

Ying: Onu da araştırdım; tenkitçilik. Bu tür kişiler ya kendisini her şeyin doğrusunu bilen insanüstü bir kuvvet olarak kabul etmekte ya da tenkit ettiği konunun, toplumda gerçek ve yapıcı bir fonksiyonu olmadığını sandığından, yanılmayı dahi önemsiz sayarlarmış.


Yang: Hım. Peki arkadaşına tenkit yapan kişi, tiyatro konusunda yetkin birisi mi?


Ying: Hayır, o da bizim gibi amatör. Yani yaş grupları farklı da olsa herkes eşit durumda sayılır.Tiyatrocu olan hocamız.

Yang: Hocanız böyle bir eleştiri ya da tenkitte bulunuyor mu?

Ying: Bu tarzda asla olmadı. Hatta tam tersi, bir şeyi anlatırken, gösterirken her şeyi tartarak hareket ediyor, kırmak bir tarafa insana kendisini başarılı hissettiriyor.
Yang:Tamam, o zaman hocanız varken diğer kişiler neden bu kadar cüretkâr konuşuyor?

Ying: Sonuçta özgür bir ortam, herkes düşüncesini belirtebiliyor. Belki yaşları ve mesleklerinden ötürü, kendilerinde bu cesareti ve hakkı buluyorlar, ne bileyim.

Yang: Bence aklına her geleni düşünmeden beyan etmek, özgürlük tanımına sığmaz. Hem o arkadaşın da kimbilir ne kadar üzülmüştür. Peki o bir şey demedi mi?

Ying: Üzüldü tabi ki ama bir şey demedi. Belki de tepkiye tepki ile karşılık vermek istemedi.

Yang: Söyleyen kişi de belki kötü bir düşünce ile söylememiştir.


Ying: Zaten, iyi bir ekibimiz var, herkes kendi halinde. Sadece her akla gelen, düşünmeden söylenilmese, yaşı ve konumu ne olursa olsun kişiler birbirine biraz daha saygılı olsa, sanırım bu tür durumlar fazla yaşanmaz.

Yang: Umarım. Üstelik, bu tür eleştiri ve tenkitler insanın hevesini de kırabilir.

Ying: Aynen. Hatta prova sırası bana gelecek diye, o gün içimde fırtınalar kopuyor, acaba birisi kötü bir şey söyleyecek mi diye.
Yang: Ya, bir de bana, sen her şeyi takıyorsun diyordun. Bak, şimdi de sıra sende.


Ying: Aman, iyi ki bir şey anlattık sana. Artık yüzüme vurup durursun.


Yang: Şaka ya. Hadi birer kahve içelim, sonra da falımıza bakalım ki moralimiz yerine gelsin.

ELEŞTİRMEK YA DA ELEŞTİRİLMEK


Yoğun çabalar sonucu ortaya çıkarılan sanatsal eserlerin herkesçe beğenilmesi beklenir. Beğenilerin yanında eleştirilerde olacaktır tabi ki.


Eleştiri bir olgunun, bir eserin, bir kişinin, belirli kriterlere uygun olup olmadığı konusunda, doğru ya da yanlış bölümlerinin, yetkin kişiler tarafından saptanıp, yazılı ya da sözlü olarak belirtilmesidir. Birincil amaç, eserin, olgunun ya da kişinin, doğru tanıtılmasını sağlamak, değerlendirilmesini yapmaktır. Ki o eser ya da kişiler, bu eleştiriler doğrultusunda yanlışlarını düzeltebilsin, daha iyiyi yakalayabilsin.


Önceleri tenkitlerle, değişik yorumlarla başlayan eleştirmenlik, zamanla bir meslek halini almış ve eleştiri okulları açılmıştır. Bu okullar üçe ayrılır: Yansıtma, yaratma ve dil. Yansıtma, eserin doğaya benzediğini savunurken, yaratma, eserin iç dünyasını, yani sanatçıyı yansıtır. Dil ise, biçimcilerinin yöntemidir ve onlar eseri dil sistemi olarak görür.


Eleştiriler, daha çok edebiyat alanında ve en çok da şiir dalında yapılmaktadır. Bunun sebebi ise, şiirin çeşitli yorumlara açık olmasından kaynaklanmaktadır. Boielau, A. France, dünya edebiyatının, Mehmet Kaplan, Nurullah Ataç, Cemil Meriç ve Hüseyin Cahit Yalçın Türk edebiyatının, eleştiri türündeki önemli temsilcileridir. Edebiyatımızdaki ilk eleştiri ise Namık Kemal’in Tahrib-i Harabat’ıdır.( Lucien Goldmann. Matérialisme dialectique et histoire de la littérature Çeviren: Tahsin SARAÇ, Türk Dili Dergisi, Eleştiri Özel sayısı , Mart 1971)


Bir eleştiri; baştan sona o konuyla ilgili olmalıdır. Eleştirisi yapılan konular, örneklerle açıklanmalı, bilimsel, sanatsal ve toplumsal bir yere oturtulmalıdır. Ayrıca eleştiren, yargılarını belirli bir ölçüde tutmalı, şahsi değerlendirmelerden uzak durmalıdır. Kısacası; eleştiri yapacak olan, o konuda yeterince bilgili olmalı, aklına her gelen konuda eleştiri yapmamalıdır.


Uzmanı olmadığı konuda eleştiri yapanlar tenkitçi olarak adlandırılırlar. Nuri Aksu, (Bilkent Üniversitesi ,Türk edebiyatı Bölümü , Ankara Eylül 2003)Adnan Benk ve Türkiye’de Modern Edebiyat Eleştirisi, adlı tezinde tenkitçiliği şöyle açıklamıştır;


“Bir tenkitçi, sanat eserinin alınyazısını kendi öznel yargılarına göre belirtmeye kalkıştığı zaman ya kendisini her şeyin doğrusunu bilen insanüstü bir kuvvet olarak kabul etmekte ya da sanat eserinin toplumda gerçek ve yapıcı bir fonksiyonu olmadığını sandığından, yanılmayı önemsiz saymaktadır. Bunlardan birincisi insanlığa, ikincisi de sanata ve topluma karşı anlayışsızlık göstermenin en yaygın şekilleridir. “


Sanatsal bir eserin, bir konunun anlaşılmasında, eser sahibinin öyküsü, davranışları, yaşam tarzı baz alınmamalıdır. Önemli olan eserdir ve onun hissettirdikleridir. Bununla beraber eleştiren, uzmanlığı dahilinde eser sahibine çeşitli öğütlerde bulunabilir ama akıl veremez. Eser sahibi, zaten bir eser ortaya çıkararak seviyesini göstermektedir. Uygunsuz eleştiriler, kişilerin kendilerine olan saygılarını zedeleyebilir ve yaratıcılıklarını engelleyebilir.


Eleştiri, ancak yapıcı olduğu zaman, insanlara yeni bir fikir, olumlu bir davranış kazandırdığı zaman, kişinin yaşamına olumlu bir yön verip, neden yaratıldığımız gerçeğine ve yapılan işte en iyi ve en verimli sonuca ulaştırdığı zaman, asıl hedefini yakalamış sayılır .

/span>

28 Mart 2008 Cuma

Peki neden gidiyorsun?


Bu tablo tanıdık sana, güneşli hava, rengarenk çiçekler. Herkes memnun bakmaktan imrenerek. Ama sen herkes değilsin ki yollarımda çiçek toplayarak yürüyesin. İçimde ne fırtınalar kopuyor, ne depremler oluyor benim; kimler kimler ölüyor sen bilmiyor musun?

Peki neden gidiyorsun?

Görmüyor musun yapma o çiçekler, ışık oyunu güneşler, makyaj hilesi bu mutlu yüz. Herkes bin kez ölüyor, bin kez gömülüyor. Kimse görmüyor ama ardarda felaketlerden yorgun, kırık dökük her yer.

Boşver gitsin, sen de boşver.

23 Mart 2008 Pazar

Chantal'in özgürlüğü


‘Gerçeğin gerçekdışına, gerçekliğin düşe dönüştüğü kesin an hangisi?Sınır neredeydi? Sınır nerede?’ KİMLİK- MİLAN KUNDERA


İnsanın sevdiği bir roman karakteri hakkında yazması ayrı bir şey, olmak istediği roman karakteri anlatması apayrı, çünkü roman karakterlerinin o kitapta varolmasının sebepleri onun kişiliğindeki aşırılık. Onlar okunulabilir, takdir edilebilir ama onlar olunmaz. Ben bu yazı için ilk başta Doktor Jivago’daki Lara’yı düşündüm. Onun asiliği, gururu ve inatçılığı beni çok etkilemişti. Ama onun gibi olmak düşüncesi bana itici geldi. Gururumdan ve inadımdan hayatımın sonuna kadar yaşadığım topluma yabancı olmak istemem. Ödevi yapmaktan da vazgeçemeyeceğim için karmaşık bir ruha sahip olmasına rağmen sakin bir hayat süren, Milan Kundera’nın romanındaki Chantal karakterini seçtim.

Chantal’ın hayatında üç önemli şey var; birisi sevgilisi, ikincisi işi, üçüncüsü de sürekli konuşmalar yaptığı kendi iç benliği hayalleri. Chantal, tehlikeli bulduğu için üçüncüsünden mümkün olduğunca etkilenmemeye çalışıyor. Bu durum sayfa 10da şu cümlelerle anlatılıyor: ‘Düşleri işte bu yüzden sevmez: Düşler aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak, şimdiki zamanın varlığını yadsır.’ Chantal’ın çalıştığı sektör insanların bu zaafını kullanarak para kazanır. İnsanların düşlerini ve hayallerini kullanarak reklam kampanyaları hazırlarlar. ‘Bir ürünü bir alıcı çoğunluğunu bir araya getireceğini düşündüğümüz büyülü imajların aylasıyla sarıp sarmalıyoruz.’. Chantal, işindeki sahtekarlığın çok iyi farkındadır ama ekonomik sebeplerden ötürü bu işte çalışır ve başarılı olur. Bu durumunu şu cümlelerle açıklar ‘Unutma benim iki yüzüm var. Bu özelliğimden belirli bir zevk almayı öğrendim, buna karşın iki yüzü olmak kolay değil. Çaba gerektiriyor, disiplin gerektiriyor! İsteyerek ya da istemeyerek, ne yaparsam yapayım, yaptığım şeyi yapma tutkusuyla davranırım ben, bunu anlaman gerekir. Bunu, işimi yitirmemek için yapıyor olsam da. İnsanın kusursuz bir biçimde çalışması, aynı zamanda da o işi hor görmesi çok zordur.’ Chantal sevgilisine hissettiklerini şu cümlelerde sayfa 48 çok net bir şekilde ifade eder ‘ Jean-Marc’a olan aşkının bir sapkınlık, uzaklaşmakta olduğu insan toplumunun yazılı olmayan yasalarını hiçe sayma olduğunu düşündü; başkalarının kin dolu öfkesini uyandırmamak için, aşkının sınırsızlığını gizli tutmaya kendi kendine söz verdi’ sy48

Chantal’ın oğlu beş yaşındayken ölmüştür. Kocası ölen çocuklarının acısını unutmak için ikinci bir çocuk yapmayı teklif edince kocasından ayrılır. ‘Ama o, yavrusunu unutmak istemiyordu. Onun yeri doldurulamaz varlığını savunuyordu. Geleceğe karşı, bir geçmişi savunuyordu, zavallı küçük ölümün önemsenmemiş, hor görülmüş geçmişini.’sy 37. Tek başına güçlü bir şekilde ayakta kalmak için öğretmenlik mesleğini sevmesine rağmen daha çok para kazanabileceği bir işi seçmiştir. Oğlunun ölümüyle kendine bambaşka bir hayat kurmuştur. Oğlunu çok sevmesine rağmen, bu ölümle gelen özgürlük bir noktada ona iyi gelmiştir: ‘İnsanın hem bir çocuğu olması, hem de içinde yaşadığı dünyadan nefret etmesi olanaksız, çünkü onu bu dünyaya getiren biziz. O çocuk yüzünden dünyaya bağlanıyoruz, onun geleceğini düşünüyoruz, gürültüsüne patırtısına, davranışlarına isteyerek katlanıyoruz, onun önüne geçilemez saçmalıklarını ciddiye alıyoruz. Sen, ölmekle, beni seninle birlikte olma zevkinden yoksun bıraktın, ama aynı zamanda özgür kıldın. Sevmediğim bir dünya ile yüz yüze özgür kıldın beni. Ve bu dünyayı sevmediğimi söyleyebiliyorsam bu, sen artık yanımda olmadığın için…beni bırakıp gittikten bu kadar yıl sonra, senin ölümünü bir armağan olarak algılamış ve bu korkunç armağanı kabullenmiş olmam.’

Cahnatal’ın genç kızlığından beri çok sevdiği bir eğretileme vardı. Gül kokusuna dönüşmek istiyordu, yayılan ve fetheden bir gül kokusu. Fakat yapı olarak, aşıktan aşığa koşacak bir kadın değildi. Bu düşünceyi seviyordu. Oğlunun ölümüyle bu hayalini de serbest bırakmıştı bence. Jean-Marck’la olan ilişkisinde büyük ihtimalle bu duyguların hepsini fazlasıyla yaşıyordu.

Chantal orta yaşlı bir kadındır ve her kadın gibi yaşlanmaktan korkuyor. Zaten romanın bütün kurgusuda , Chantal’ın bu korkusunu naif bir biçimde Jean-Marc’a ifade etmesinden doğar. Jean-Marc ona neden üzgün olduğunu sorar. Chantal’da ‘Erkekler artık dönüp bana bakmıyor.’ Cevabını verir. Aslında burada söylemek istediği ‘Yaşlanıyorum ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi güzel ve aşk dolu olmamasından korkuyorum’ demek istiyordu. Chantal duygularını çok derin ve detaylı yaşamasına rağmen ifadelerinde hep cimri. Ama duygularında ve niyetinde samimi olduğu için olaylar hep onun lehine gelişiyor.

Chantal, tek eşililiğe ve aşkın büyüsüne çok inanıyor. Bunun dışındaki her şey ona itici geliyor. Bu noktada iş için hazırlanan reklam kampanyaları onun için tam bir kabus. Bir reklam kampanyasında erotizm kullanılıyor. Bu erotik sahneler bir şekilde anne çocuk sevgisine bağlanıyor. Reklamın sonunda anne çocuğu öpüyor. İş arkadaşı reklamın hedefini şu cümlelerle özetliyor ‘Annelerin ağız salgısı, kalabalıkları Roubachoff markasının müşterileri haline getirecek tutkal işte budur.’ Chantal bu düşünceyi itici bulduğunu, gül eğreltilemesini şu şekilde değiştirerek ifade ediyor ‘insandan insana geçen, elle tutulamaz şiirsel bir gül kokusu değil, elle tutulur şiirsellikten uzak ağız salgılarıdır….böylelikle de her birimiz, birbirine karışan ve bizi tek bir salgı toplumu, ıslak ve birleşmiş tek bir insanlık haline getiren salgı denizine batarız.’ Sy59

Chantal’ın kendisine ait bir dünyası var. Bu dünyada yaşamayı seviyor. Çevresiyle gerekli olmadıkça ilgilenmiyor. Ama içinde yaşadığı toplumun ve teknolojinin onun bireysel varlığını her an tehdit ettiğinin çok iyi farkında ve bu onu zaman zaman tedirgin ediyor. Yine hazırladıkları bir reklam kampanyasında bebeğin ana karnındaki hali kameraya çekildiğinden bahsedilir. Ve bu yine erotik bir kampanya düşüncesiyle bağdaştırılır. Bu durum Chantal’ı çok rahatsız eder. Aslında her an gözetlendiğini fark eder. Ana karnından mezara kadar. Hatta mezarları bile açıp kemikleri incelemiyorlar mıydı? ‘ ..onların elinden kurtulamayacaksın bunu herkes biliyor. Ama doğmadan bile kurtulamıyorsun. Öldükten sonra bile kurtulamayacağın gibi…’ sy62 Chantal özel bir alan istiyor, benliğini özgürce yaşayabileceği kendine ait bir alan. Ama yaşadığı toplumda, bu kandırmaca da bunun pek mümkün olamayacağını da biliyor.‘Onu benliğinden soymaya çalışıyorlar! Ona başka bir ad verdikten sonra kimliği olmayan kişilerin yanına atacaklar ve o, kim olduğunu hiçbir zaman kimseye anlatamayacak.’

Şimdi ben uzun uzun Chantal’ı anlatınca bana ister istemez soracaksınız : ‘Chantal’ın nesini örnek alıyorsun? Bunca alıntıyı niye yaptın?’. Chantal, yaşayan bir kadın. Düşler ve gerçekler arasında bir dünyada gelip gidiyor ama arada iyi bir denge kurmuş. Hayattaki en acı olaylardan bile şükredecek bir şeyler buluyor. Çok duygusal ama adımlarını hep bilinçli atıyor. Aşk onun için yaşamı anlamlı kılan tek değer. Chantal, seviyor, seviliyor, düşünüyor, hayal kuruyor, bir takım endişelere kapılabiliyor, bunların boş olduğunu anlıyor, vs.vs. Kısacası Chantal, sükunet içinde kendini yaşıyor…

Kendimi cadı gibi hissettim


(YingYang-2)

OPERADA

(Ying ve Yang telaşla koltuklarına otururlar. )
YANG: Of, yetişemeyeceğiz diye ödüm koptu. Neyse ki başlamasına daha beş on dakika varmış.

YİNG: Hep senin yüzünden. Son dakika da alışveriş krizin tuttu.

YANG: Hemen ödeyip çıkarız diye düşündüm. Kasa da o kadar kuyruk olduğunu nerden bileyim.

YİNG: Neyse sonuçta yetiştik. Bilete bir daha bak. Yanlış yere oturmayalım.

(Yang elindeki biletlere tekrar bakar. )
YANG: Yok, tamam yerimiz doğru.

YİNG: Bir operamız eksikti, o da oldu. Umarım yine başın ağrımaz.

YANG: O eskidendi. Şimdi hazırlıklıyım. Daha dikkatli takip edebilmek için konusunu okudum. Ha birde önlem olarak bir ağrı kesici aldım.

(Ying gülmeye başlar. )
YİNG: Delisin sen ya. Sana zorla izlettirmiyorlar ya.

YANG: Yoo, öyle deme. İzlemem gerekiyor. Opera da tiyatronun bir parçası.

(Yang’ın yanında oturan yaşlı bir kadın, onlara doğru dönerek konuşur. )
YAŞLI KADIN: Kusura bakmayın, istemeden kulak misafiri oldum ama bu tiyatro oyunu değil. Galiba yanlış geldiniz.

(Ying ve Yang önce birbirlerine bakarlar, Yang yaşlı kadına dönerek)
YANG: Sağolun ama ne olduğunu biliyoruz.

(Ying fısıltıyla konuşur. )
YİNG: Allahım ya, kadına bak, resmen bizi cahil yerine koydu.

YANG: Aman ya boşver, sanki kendileri ne olduğunun farkındalarda. Görüyoruz, ilk on dakikadan sonra çoğu uykuya dalıyor.

YİNG: Neyse, yarın ne yapıyoruz ?Akşam tiyatro ya gidecek miyiz?

YANG: Yarın yazı atölyesi var, sanırım çıkışta yetişemeyiz.

YİNG: Hadi ya. Ne yapalım, başka zaman gideriz artık. Atölye dedinde aklıma geldi, günlüğünü okudun mu hocana?

YANG: Evet okudum, daha doğrusu okundu.

YİNG: Ne dedi, nasıl tepki verdi?

YANG: Biraz şaşırdı ama ben çok utandım. Kendimi cadı gibi hissettim.

YİNG: A a neden?Sen sadece düşüncelerini dile getirdin.

YANG: Yine de biraz kırıcı olduğumu düşündüm. Oysa ki adam gerçekten bir şeyler yapmak istiyor.

YİNG: Bu kanıya nerden vardın?

YANG: Mesela, bizden daha çok bu olayı sahiplenmiş görünüyor. Hep bir şeyler vermek istiyor. Üstelik heyecanını da kaybetmemiş.

YİNG: Peki, arkadaşların nasıl?

YANG: Hepsi bayan ve yazmaya çok hevesli. Galiba, geleceğin yazarlarının çoğu bayanlardan oluşacak.

YİNG: Peki,kitapla ilgili yazın?

YANG: Onda da ağlayacak gibi oldum,iç dünyamın kapılarını biraz araladım çünkü.

YİNG: Belki de artık aralamak gerekiyordur.

YANG: Evet de, insan kendini çıplak gibi hissediyor nedense. Yani, henüz yeni tanıdığın birilerine kendi duygularından, hayatından bahsetmek kolay değil.

(Işıklar kararır)
YİNG: Sonra devam ederiz. Opera başlıyor.

FETHİYE DEĞER
21. 03. 2008

Başka planlarım var Prens!


KÜL CADISI

Şehirden uzak bir kasaba da yaşlı bir adam ve genç kızı birlikte yaşamaktadırlar. Hali vakti yerinde olan bu yaşlı adam, çok sevdiği hanımını yıllar önce kaybetmiş, bütün sevgisini kızına vermiştir. Küçük yaşta annesini kaybeden Kül ise ,zamanla aksi, geçimsiz ve bakımsız bir genç kız olmuştur. Kızının şımarıklığından bunalan yaşlı adam son yıllarını, bir hayat arkadaşıyla yaşamak ister. Bu sebeple arkadaşı aracılığıyla, iki genç kızı olan bir hanımla tanışır ve onunla evlenmeye karar verir. Kül ise bu evliliği istemez ve küserek bir süreliğine teyzesine gider.

Yaşlı adam, nikâhtan sonra yeni hanımı ve yeni iki kızını evlerine getirir. Yeni hanımı, oldukça sevecen ve çalışkan bir hanımdır. Kızları ise bir o kadar terbiyeli ve akıllıdır. Bir süre, hayatlarını huzur içinde sürdürürler. Ta ki, bir gün Kül; ansızın çıkıp eve gelinceye kadar. Onun geldiği gün, yeni hanım ve kızlar ona değişik yemekler, tatlılar yaparlar. Amaçları onu memnun ettirmektir. Oysa ki Kül‘ün kalbi kinle doludur ve hiçbir şeyden memnun olmamaktadır. Bulduğu her fırsatta onlara kötü davranır, kızları çileden çıkarır. Bütün işlerini, temizliğini onlara yaptırır. Kızlar ve anneleri ise itiraz etmeden onun isteklerini yapmaya çalışırlar. Huzursuzluk çıkmasın diye de babasına, bu davranışlarından bahsetmezler.

Günler bu şekilde geçerken, babaları bir gün eve mutlu bir haber getirir. Şehrin ileri gelenlerinden bir aile, genç oğulları için bir balo düzenlemiştir. Genç prens, müstakbel eşini bu baloda seçerek onunla hayatını birleştirecektir. Onlar da bu baloya davetlidir. Evin hanımı ve kızlar bu habere çok sevinirler ve hemen hazırlanmaya başlarlar. Kül ise böyle olayları saçma bulduğu için tınlamaz.

Balo günü geldiğinde herkes hazırlanarak arabaya biner. Babası Kül’ün kötü bir şeyler yapacağından korkup onu da zorla arabaya bindirir ve yola çıkarlar. Balonun yapılacağı lüks evin önüne geldiklerinde şaşkınlıkla kalakalırlar. Şehrin neredeyse tamamı oraya gelmiştir çünkü. O kalabalık içinde zorla balo salonuna girip kendilerine yer bulurlar. Herkes oldukça şık ve gösterişlidir. Genç kızlar ise kendilerinden emin bir şekilde oradan oraya koşturup durmaktadırlar. Bu parıltıların içinde kül siyah bir nokta gibi seçilmektedir çünkü en paspal haliyle oraya gelmiştir.

Müzik başladığında herkes dans etmeye başlar. Kül’ün kız kardeşleri de kendilerine birer kavalye bularak piste dansa giderler. Kül bir köşeye sinerek, sert bakışlarla ortada tepinenleri izlemeye çalışır. Salonun girişinde duran, prens olduğunu tahmin ettiği kişiye gözü takılır. Oldukça yakışıklı ve kibar biri gibi görünse de salağın teki diye düşünür. İnsan evleneceği kişiyi böyle bir kargaşada mı seçer? Bir an için onunla dans ettiğini gözünde canlandırır ve hayallere dalar. Hayalinde Prens ve O, kendilerini müziğe kaptırmış, sarmaş dolaş dans etmektedirler. Birden içinde Prensle dans etmek için büyük bir istek duyar ve bu isteğini gerçekleştirmek için Prensi göz hapsine alır.

Aradan epey bir süre geçtikten sonra Prens’in bahçeye açılan doğru yöneldiğini farkeder ve hemen peşinden gider. Prens bahçe de bir ağaca yaslanmış, sigara içmektedir. Kül hiç çekinmeden yanına gider ve “ ne haber” diye sorar. Prens ona doğru bakar ve paspal haline burun kıvırarak oradan uzaklaşmaya çalışır. Kül peşinden giderek onunla konuşmaya çalışır. Prens panikleyerek koşmaya başlar, Kül de onun arkasından. Birden Prens’in ayağı bir yere takılarak yere düşer. Kül ne olduğunu anlamak için ona doğru eğilir. Prensin başı bir taşa çarpmış kanamaktadır. Üstelik hiç kımıldamamaktadır. Öldüğünü düşünerek oradan uzaklaşmaya çalışır Kül. Koşarken ayakkabısının teki ayağından fırlar. Arkasına bile bakmadan kapının önüne doğru koşar ve bir araba bularak eve döner.

Babası ve diğerleri geç saatte eve dönerler. Hepsinin canı sıkkındır. Babası kül erken döndüğü için ona kızar. Sonra da Prens’in durumunu anlatır. Prens ölmemiştir sadece hafif bir yara almıştır. Bunu duyan Kül fark ettirmeden derin bir nefes alır.

Ertesi gün bütün kasabaya bir haber yayılır. Prensin babası, oğlunu yaralayan kişiyi, bulduğu ayakkabı tekini herkese deneterek bulacaktır ve cezalandıracaktır. Bu sebeple kimsenin evden çıkmaması tembihlenir. Görevliler kapı kapı dolaşarak ayakkabıyı herkese denetirler. Sıra onların evine geldiğinde Kül denememek için her yola başvurur ama sonunda denemek zorunda kalır. Görevliler tarafından alınarak Prens’in babasının yanına götürülür fakat onu tanıyan Prens, cezasını kendisi vermek ister. Ailesinin ve durumunun araştırılmasını ister.

Gözaltına alınan Kül, Prens ‘ten defalarca özür diler ve affedilmesini ister. Prens ona bir ders vermek ister, durumunu öğrenince de ,Kül’ü ancak bir şartla bırakacağını söyler. Yeni annesine ve arkadaşlarına iyi davranması ve evdeki bütün işleri kendisinin yapması gerekmektedir. Prenste onu sık sık ziyaret ederek kontrol edecektir.

Mecburen bu şartı kabul eder Kül ve serbest kalarak evine döner. Eve dönünce de istemeye istemeye işlere başlar. Kardeşleri de çaktırmadan onun işlerine yardım ederler. Zamanla yeni ailesinin, iyi yönlerini keşfeder ve onları sevmeye başlar. Kardeşleri ve annesi ona yeni elbiseler alırlar, onu genç bir kız gibi görünmesini sağlarlar. Ondaki değişikliği, kontrole gelen Prens de fark eder ve gittikçe Prens de Kül’ü sevmeye başlar.

Kontroller yerini rutin ziyaretlere bırakır ve Prens her geldiğinde Kül’e hediyeler, çiçeklerle gelir. Kül de, artık hayatı daha farklı gözlerle görmeye başlamıştır ve her fırsatta okumaktadır.

Bir gün Prens onunla özel bir konu konuşmak istediğini söyler ve onu güzel bir yere davet eder. Beraber yiyip içtikten sonra Prens Kül’e, onu çok sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini söyler. Kül ise bu duruma hiç şaşırmaz ve hemen bir cevap vermez. Prens ısrarla cevabını sorunca da Kül, onunla malesef evlenemeyeceğini, başka planları olduğunu, özgür kız olup dünyayı dolaşmak istediğini söyler ve gülerek oradan uzaklaşır. Prens ise ağzı bir karış açık orada kalakalır.


FETHİYE DEĞER
21. 03. 2008

OLMAK İSTEDİĞİNİZ ROMAN KAHRAMANI ?

Düşünemiyorum. Çünkü okuduğum kitapların kahramanlarına olan ilgim onların yerinde olmak istemememle ölçülür genelde. Ne kadar uzak, o kadar iyi gibi. Ve zor hatırlamak onları bile, çünkü bayadır akademik yazılar dışında pek bir şey okuyamıyorum. Ama, Eylül romanını okumuştum Mehmet Rauf’un. Çok belirgin bir karakter yerinde olma isteği değil de, öyle bir ortam içinde olmak istemiştim okurken. Şu an içinde bulunduğum çevre ve kültürden farklı gelmişti. Konuşma tarzları bile farklıydı, çok kibardı, çok şıktı. Kibarlığın getirdiği soğukluk duygusu hep imrendiğim bir şey oldu benim. Ya da bir kavram karmaşam var burada, bilmiyorum.

Zaten pek sanmıyorum, kimseye roman malzemesi olacak biri olduğumu. Benim yakın olduğum bir kahraman herhalde bu yüzden yok. Bir kitaba, şiire, filme konu olmak için çok sıradanım ben. Aslında hepimiz sıradanız. Çokluğun içinde orjinalliğin önemi kalmaz gibi. Aslında burada biraz kafası karışıyor insanın, neden o zaman bunca hikaye var anlatmaya değer görülen? Onların anlatılmaya değer olmasını sağlayan kahraman mıdır, anlatıcı mı? Basit yanılsamalar aslında besler ilhamı, yazıyor olmak bir kendini kandırma becerisi. Bana neler yazdırdın diyorsun ama aslında kimse kimseye bir şey yazdırmaz.


Satır araları...

Düşünmekten başı ağrıyan kontes. Böylesi asil bir ortamda ancak böyle basit şeylere sıkılınabilir zaten! Sessizliği rahatsız edici boyutlara varabilen bir saray sakini. Çoğu zaman boyunu aşan laflar eden, içi büyük yaşı küçük, kendine yazan bir deli. Tüm derdi hayatı, insanları ve kendini denklemlere dökebilmek ama, çarpım tablosunu bile bilmiyor doğru dürüst! Basamaklarca yüksekte olduğunu iddia edebilecek kadar ukala ama, desteği olmadan her salladığı kendine çarpıyor çoğu zaman. Tek bir roman çözebilir mi karmaşasını, ya da çözülmeyenler mi makbuldur romanlarda?

Pek sanmıyorum bir romana konu olabileceğimi. Kim ne yapsın beni okuyup da? Ukalalığım hat safhada bazen konusurken, yazarken ve aslında hiç kibar olmayan bir soğukluğum var, ama bazen de hiç soğuk olmayan kibarlığım. Ve bazen bir çingene kadar canayakınım. Hiç susmuyorum bazen sonra sesimden rahatsız oluyorum. Ama, kimsenin ilgi alanına girecek kadar değişik olmadığımı biliyorum aslında. Herkes birbirne benzer ki zaten orajinallik hikaye. Ne kadar farklı olduğunu düşünürsen düsün, en basit konulardayız hep hep hepimiz. Aynı konulardayız. Hepimiz aynı hayattayız işte aynı zamandayız. Peki ya bunca roman kahramanı, yazık değil mi onlara o zaman? Kim kandırmış onları da inandırmış farklı olduklarına? Ya da kimin kafası karışmış ve onları orijinal bulmuş? Yazar mı okuyucu mu?. Biraz değişiklik yapalım, romanlar hayatımıza konu olsun, karakterler bizim yerimize koysunlar kendilerini. Biraz da bunları yazalım. Denemeyse deneme, olmazsa sileriz.
Melis Olçum

SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM -JOANNE GREENBERG


Evet. Ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum ama ortaokuldaydım sanırım. Sadece tek bir kere okudum bunu diğerinin aksine, çünkü tek seferde yeterince vurucuydu. Daha sonra birçok arkadaşıma, anneme, kardeşime okuttum, neredeyse zorla. Nedense benim etkilendiğim kadar etkilenmediler. Ona çok şaşırmıştım o zaman. Sonradan herhalde konusu benim ilgimi çekiyor diye ben fazlasıyla etkilendim diye düşündüm.

Akıl hastası 16 yaşında bir kızı anlatıyor kitap. Onun hastaneye yatırılmasından çıkarılmasına kadar geçen zamanı anlatıyor. Kimisi yazarın kendi hikayesinden yola çıkarak yazdığını söylüyor bunu, çokça inandırıcı aslında, bir akıl hastasının gözünden insan başka nasıl bu kadar iyi anlatır dünyayı, o hasta kendisi olmadan bilmiyorum. Ama bir yandan da bu boyutta hastalık yaşamış birinin böylesine objektif yazabilmesi ve yazarken bunları hatırlamaya dayanabilmesi imkansız geliyor bana.

Korkutucu bir yönü vardı hikayenin, asıl ilgi çeken de o sanırım. Anlatılanları, Debbynin yaşadıklarını, zaman zaman ve çeşitli seviyelerde biz de yaşıyoruz. Okudukça, okudukça daha korkutucu oluyor. Bir doktor gibi tamamen hastalığın özelliklerine ve hastanın yaşadıklarına odaklanarak okudum kitabı ama nesnel kalmak aslında savunma haliydi sanki. Benim dışımda bir şeyi anlamak isteyerek okudum çünkü herhangi bir belirtiyi kendime yakın görmek istemedim. Delilik ve normallik arasındaki çizgi dedikleri yerde aslında hepimiz oyun oynuyoruz bütün yaşam boyunca, o kadar sık zıplıyoruz ki iki taraf arasında, bazen çizgiyi görmek zorlaşıyor. Belki de o yüzden ikinci sefer okumaya dayanamam dedim.

Ben derim ki, siz de okuyun bu kitabı ama, bugüne kadarki tecrübelerimden biliyorum ki benim etkilendiğim kadar etkilenemeyebilirsiniz.
Melis Olçum

22 Mart 2008 Cumartesi

Yalnızca ben...


YALNIZCA BEN

Olduğumu düşündüğüm anda
Bir adım daha uzaklaştığım,
Nefes aldığımda içime çektiğim
Ama hiç sarılıp koklayamadığım.
Hüznümde, mutluluğumda, acımda
Melek gibi kanatlanan
Bana hayatı bir kroki gibi sunan,
Fakat küçücük bir yanlışımla
Yok olup gitmeye hazır
Coşkulu
Tutkulu
Şaşkın
Umutlu
İşte ben
Yalnızca ben…

AYŞE AY

19 Mart 2008 Çarşamba

Her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ve olanlar size sıradan şeylermiş gibi geliyor.


ŞAFAKTA VERİLMİŞ SÖZÜM VARDI - ROMAIN GARY

Sevginin bin bir türü var. Bu türler kendi başına saf ve katıksız da değil. İnsanın egoları, ihtirasları, kibri, doyumsuzlukları ve bastırılmış duygularıyla birlikte kombine olup her insanda farklı farklı farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Eskiden çok eskiden sevginin sadece sevmek olduğunu sanırdım. Yani şefkat, ilgi, hediyeler, güzel sözler, olumlu düşünceler, bir masal evi… Fakat büyüdükçe ya da büyüdüğümü kabullenmek zorunda kaldıkça, aslında insana dair her şeyin bir sevgi göstergesi olduğunu gördüm. Bana bağırıp kızıyordu gerçekte hedef kendisiydi; ben varlığımla içindeki kızgınlığı ve öfkeyi bir şekilde ortaya çıkarıyordum. Beni aramıyor sormuyordu; çünkü ben varlığımla ona sana ‘sana ihtiyacım yok, hiçte olmadı’ mesajını veriyordum. Aslında vermek istediğim mesaj ‘Beni hiç bırakmaydı’. Bunların ve diğer durumların hepsi özünde bir sevgi çağrısıydı. Peki saf bir sevgi olabilir miydi? Sadece sevmek için sevmek, sadece karşımızdakinin varlığıyla var olmak, bunu çekinmeden utanmadan ilan edebilmek. Ben bunu Romain Gary’nin ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ isimli kitabında buldum.

Romain Gary’nin, kendi adıyla ve Emile Ajar takma adıyla yazdığı bütün kitaplarını okumuşum gibi geliyor. Fakat ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ isimli kitabının dışında hiçbir romanının konusunu kendi hafızamda yakalayamadım. Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı isimli kitabı, ilk lise yıllarımda okudum gibi geliyor. Aslında çok az kitabı birden fazla okumuşumdur. Ve bu okumalar hep bilinçli olmuştur. Ama bu kitabı ikinci kere okumam çok tesadüfi oldu. Üniversiteydim. Evde canım sıkılıyordu. Ağabeyimin kütüphanesini karıştırırken kitabın ismi dikkatimi çekti, okudum. Bu iki okumamda yaşananlar bana çok uzak gibi gelmesine rağmen Romain Gary’nin çocuksu anlatımı ve küçük yaşlardan itibaren oluşturduğu yaşam felsefesi beni fethetmişti. Biraz da umut vermişti bana, adam her şeye rağmen hayallerini gerçekleştirmişti. Dünyaya meydan okumuştu ve istediğini, almıştı. Peki bu onun kendi seçimimi miydi? Peki, artık Romain Gary mutlu ama çok mu mutluydu? İşte bu noktada ilk paragrafta yazdıklarım aklıma geldi. Romain Gary cevabını kitabının 27. sayfasında veriyor aslında:

‘Böylesine genç, böylesine küçükken, bu kadar çok sevilmek hiç iyi bir şey değil. İnsanda kötü alışkanlıklara yol açıyor. Her şeyi yaşadığınızı sanıyorsunuz. Her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ve olanlar size sıradan şeylermiş gibi geliyor. Gözünüzü daha yukarı dikiyor, doyumsuz oluyorsunuz. Gözlüyor, umut ediyor bekliyorsunuz. Böyle bir anne sevgisiyle donanınca, hayat, size daha çocukluğunuzun şafağında bazı şeyler üzerine yemin ettiriyor ve bu yemini tutamıyorsunuz. Sonunda hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyden tat almayan bir adam durumuna geliyorsunuz. Bir yandan eliniz kolunuz bağlanıyor, öte yandan büyük bir vicdan azabına kapılıyorsunuz. Sonra sokağa atılmış bir köpek yavrusu gibi, gidip annenizin mezarına kapanıyorsunuz. Bir daha yapmayacağım, bir daha asla yapmayacağım, kesinlikle bir daha yapmayacağım…’

Annesi onu o kadar çok ama o kadar çok sevmiş ki Romain’e her şeyin en güzelini ve en iyisine layık görmüş. Mutluluğun anahtarını bu sanıyormuş belki bir anne olarak. Onca yoksulluğunun içinde, babası belli olmayan gayri meşru çocuğunu toplumda saygı değer ve seçkin kılabilirse eğer Romain mutlu olacaktı. Onca acının içinde Romain’i, asi ruhu ve zengin hayalleriyle tek başına var eden tapılası bir anne. Yazarken bile gözlerim doluyor.

Romain Gary, annesini öyle çok ama öyle çok sevmiş ki onun hayallerini ve umutlarının içinde varolmayı seçmiş hayatının sonuna kadar. Yazar kitabın başından sonuna kadar annesinin dünyasını anlatıyor. Kendisi her bölümde, her anda sadece oyuncu. Bunu sayfa 37 şu cümleleriyle çok net ifade ediyor ‘Annesinin anlattığı masallara bunca yılın ardından bağlı kalabilmiş, yeryüzündeki az bulunur insanlardan biri herhalde benim.’

Bu noktada benim hayatımda Romain Gary’le sanki kesişiyor. Ya da yazara duyduğum platonik aşk dolayısıyla ben hayatımı ona benzetmeye zorluyorum. Kitabı üçüncü okumam 1997 yazıydı. Babam daha yeni ölmüştü. Ben kitabın her sayfasında hıçkırıklara boğuldum. Sonunda halen daha üç dört topu havada aynı çevirmeye çalıştığını okuyunca rahatladım. Halen daha mücadele ediyor ve dünyasını koruyordu. Ben de vazgeçmeyeceğim dedim. Ama sonra Romain Gary’nin intihar etmiş olduğunu öğrenince kitaptan kurtulmak istedim. Birisine verdim. Ama birisine kitap hediye etmeyi düşündüğüme hep bu kitabı aldım. Sanırım 2008 Mart ayında artık bu kitabı yeniden okumaya hazırdım. Bu yüzden de şu anda böyle bir ödev yazısı yazıyorum. Kitabı henüz bitiremedim. Aslında gönlüm kitabı baştan sona okuyup Romain Gary’nin çocuksu düşünce biçiminde yaptığım keşifleri paylaşmak isterdi. Ama sadece okuduğum yere kadar olanları paylaşabileceğim.

Romain Gary’nin annesi bir gün komşularına kızdı ve ‘Tahtakuruları, pis burjuvalar! Siz kiminle konuşmak onuruna eriştiğinizi biliyor musunuz? Benim oğlum Fransa Büyükelçisi olacak, Legion d’honneur nişanı alacak. Onun üstüne tiyatro yazarı tanımayacaksınız…’ dedi. Sonrasını şöyle anlatıyor yazar ‘Tahtakurularının ve burjuvaların arka arkaya patlayan kocaman kahkahaları hala kulaklarımda.’ Romain Gary, büyünce annesinin dediklerinin hepsini gerçekleştirdi. O gün hakkındaki yorumu ise çok net ‘Ve bugün iyice biliyorum ki, insanoğlu, asla gülünç duruma düşürülemeyecek kadar onurlu bir yaratıktır.’. Halen daha annesinin küçüklüğünde yaşadığı acıyı dindirebilmek için uğraştığı çok açık. Ya da hayal kırıklığına uğramış, yenilmiş, dışarıda kalmış tüm insanlığı avutmak istiyor. Bireyin topluma karşı sosyal bir özellik olması durumunu yok sayıyor. Onur, insanın kendi dünyasında kendine karşı veya en çok sevdiklerine karşı bir duruş olarak tanımlanıyor.

Annesine olan derin sevgisini ve bağlılığını ifade ederken, psikologların klişeleşmiş düşünce ve kalıplarından kendisini koruyor. Bazı insanların onun bu derin bağlılığını bastırılmış cinsellik olarak yorumlayabileceğini düşündüğü için sayfa 62’de şu satırları yazıyor: …Anaların çocuklarıyla sevişmesinin hiçbir zaman yanında olmadım. Ama yine de şunu da diyorum: Bu, yaşadığımız bunca rezilliğin içinde çok masum bir suç olarak kalır. Anaların çocuklarıyla yatmaya düşkün olması, bana Hiroşima’dan, Buckenwald’dan, idam mangalarından ve polis işkencesinden, teröründen çok daha kabul edilebilir görünüyor…’

Ardından kitabını yazma amacını da şu satırlarla iyice netleştiriyor: ‘Benim bu öyküyü anlatmaya iten şey, sevgimin kardeşçe, herkes için ortak olan ve hemen tanımlanabilir niteliğiydi. Bunu belirtmek zorundayım: Yaşayan ve ölen canlılar analarını nasıl sevdilerse, ben de annemi öyle sevdim; ne daha çok, ne daha az, ne de başka türlü. Dünyayı düzeltip doğrulttuktan sonra onun ayaklarına serivereceğim konusunda kendime söz vermiştim….’

Aslında sevdiğimiz ister bir kişi, ister bir nesne ya da hiç akla gelmeyecek başka bir şey olsa da, eğer içinde hakikat ve samimiyet varsa, dünyada, uzayda ve bildiklerimiz dışındaki her şeyle bir yolunu bulup bütünleşiyor. Sonuçta her şey bir oluyor. Romain Gary, yazısının devamında bunu şu cümlelerle ifade ediyor: ‘Bu gencecik özlemin yalnızca ona, anneme yönelik olmadığını anlıyorum düşündükçe…Uğrunda yemin ettiğim, gerçekleştirmek için söz verdiğim şey, sevdiğim tek bir kadının talihini değil, tüm bir insanlığın alın yazısını değiştirmeye çalışmaktı. Onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktı.’

Dünyadaki tüm acıları ve mutlulukları bir ömürde yaşamış olan Romain Gary’nin, annesini unutmak hatıralarında varolan annesiyle yaşamayı seçtiğini düşünüyorum. Bu onun annesini yaşatma biçimiydi. Unutmak belki acılarını dindirirdi ama annesini kaybederdi. Saf bir sevgi, katıksız ve çıkarsız gibi geliyor bana… Fakat yine de intihar etmiş olması beni çok üzüyor.



AYŞE AY

“Dağ”ladım kendimi…


15/03/2008

“Dağ”ladım kendimi…

Hayatımda ilk etkilendiğim kitaplar çok eskilerde kalmış… Artık ben o kitaplardan çıkan koca koca kız olmuşum şu koca dünyada.Çocukluğum, hayallerim kalmış,benim sadık dostlarımı bırakmışım şeker portakalında,küçük prens’te, martı’nın düşlerinde…

Bu dostlarımı anlatmaya çalışırken,hafızamı zorlasam da düşlerden öteye geçemiyorum.

O yüzden, hatırladıklarımı gerçekliğe dökerken, 2-3 kelimeden ileriye gidemiyorum. Yazık ki, çocukluğumu harcamışım içimde… Büyüdükçe hayallerimi teslim etmişim kötülüğe… Sevgi verirken karşımda yalanı,ihaneti,sadakatsizliği bulmuşum. Harcamışım güvenimi hesapsızca…Çoktan karlar yağmış dağlarıma…Şimdi, bir tek “ben” kalmışım şu koskoca dünyada “kendi” kendime…

Öyleyse, tüm yaşadıklarımdan sonra, kendime bir işaretim miydi “Dağ” a uzanan ellerim? Dağ yollarının çoktan yolcusuyken… Bu kitap, benim yansımam mıydı avucumun içi gibi bana yakın?

Peki, siz de sebepli mi söylemiştiniz editörüm? “Şiir yazıyor Rengin Hanım” derken…

Bense, inat etmiştim o gün, “hayır, şiir değil” demiştim kendimden emince. Çünkü inanmıyordum şiir yazdığıma…Sadece kelimelerle , anlamlarla oynamak hoşuma gidiyordu itiraf etmeliyim. Halbuki benim de şiir kadar kapalı, karmaşık ama hafif anlaşılır, tuhaf güzel bir tarafım varmış…Fark ediyorum biraz da olsa…

Kendimi ve hayatımdaki yerimi sorguladığım şu son günlerde ,ruhumu buldum Murathan Mungan’nın “dağları”nda. Tabiatımı, özlemlerimi,yalnızlığımı…Varoluşumu…

Ben de kendimce yazdım “dağ”şiir kitabı nedir diyenlere;

kara büyüdür elindeki bu “kara kitap”
bu dağ yolculuğu…
ne yaptıysan olmuyor…
peşini bırakmıyor bu büyü
kendini başkalarına…
yalnız “sen” ve içine bakan gözlerin…
dağdan dağa esaretin…
özlemin ufkuna…


Rengin Karasu Pöğün

18 Mart 2008 Salı

BEN KIVIRCIK SAÇLIYIM




Okulum birkaç yıl önce bitmiş, artık memur olmuştum.Ailem, tayin yerim uzak diye önceleri çalışmama izin vermemişlerdi.Onlardan
habersiz tekrar başvurup, yeniden ama bu kez ailemin istediği gibi,
yaşadığım yerde işimi yapmaya başladım.
Zaman, birbirinin aynısı olan günler şeklinde geçiyordu. Bulunduğum yerde her şey
kısıtlıydı.Sosyal ortam yok denecek kadar azdı ve gezilecek fazla bir yer yoktu. Evdeki nüfus,
istatistikleri
zorlayacak derecede fazlaydı. Huzursuzluk da bir o kadardı. Kafese kapatılmış bir kaplan gibi,
dolanıp duruyordum, kendime bir çıkış yolu arıyordum.
O günlerde, bir tıp öğrencisi ile tanıştım. Benden birkaç yaş büyüktü ve farklı bir şehirden
gelmişti.İlginç fikirleriyle beni şaşırtıyordu. O da benim gibi gezmeyi, yeni insanlarla tanışmayı
seviyordu. Onunla, o imkansızlıklarla dolu ortamda, birkaç gezi düzenledik. Ailem izin vermediği
halde, ne yapıp edip o yerlere gidiyordum.Sürekli olarak gezilecek, görülecek yerleri araştırıyor
ve okuyordum.Farkında olmadan yeni bir duyguyla tanışıyordum; GİTMEK duygusuyla...
Bu duygu, kendimi daha huzurlu ve daha özgür hissetmemi sağlıyordu.En üzgün, en
çaresiz, en batık anlarımda, bu duyguyla yüzeye çıkıyordum.Daha çok yer görmek, farklı yerlere
gitmek istiyordum.Hatta farklı bir yerde yaşamak… Engellerim vardı tabiki; hem ailem izin
vermezdi,
hem de benim cesaretim yoktu. Üstelik yaşım küçüktü ve de korkuyordum.
Bir gün, arkadaşım, okumam için bir kitap önerdi bana.O dönem, kitaplar en yakın dostum
olduğu için hemen aldım ve bir çırpıda okudum. Bu bir gezi kitabıydı.BİR SİYAH SAÇLI
KADININ GEZİ NOTLARI’ydı ve Buket Uzuner yazmıştı. Kitapta kadın yazar, gençlik
yıllarında ,tek başına gittiği yerleri ve izlenimlerini okuyucuya aktarıyor ve farkında olmadan
beni de etkiliyordu. Demek ki, bir kadın kendi başına, değil yaşadığı şehir, ülke dışına kadar
gidebiliyor ve istediğini yapabiliyordu. Demek ki, buranın dışında da bir hayat ve insanlar vardı.
Bu ve buna benzer düşünceler, günlerce aklımı kurcaladı. Peki, ben neden
gidemiyordum, neden
engelleri aşamıyordum? Bir şeyler yapmam gerekiyordu ve kafesten bir an önce
çıkmalıydım.Yoksa kendi kendimi hırpalayacaktım. Korkuyordum ama mutlaka
GİTMELİYDİM.
Bir süre kendimce çözüm yolları aradım ve sonunda ailemden gizli tayinimi istedim. Birkaç ay
sonra tayinim uzak bir şehre çıktı. Ailemin itirazları beni yıldırmadı, çünkü kararlıydım. Bir
köyde çalışmaya başladım. Her şey, başlangıçta o kadar güzel ve kolay değildi tabiki. Fakat
sevgili kitabım, o günlerde de hep yanımdaydı, bana güç ve umut vermeye hep devam etti.Tıpkı
bu günlerde olduğu gibi….
14.03.2008



MASADA (yingyang-1)



(Ying masaya ekmek sepetini koyar)
YİNG: Hadi Yang , nerde kaldın? Bak yemekler soğudu. Gel artık şu masaya.

YANG: Geldim geldim.Kusura bakma, otobüs bekledim.Yoksa daha erken
gelirdim.

YİNG: Neyse, önemli değil. Ver şu tabağını.Önce çorba koyuyorum.


YANG: Of , çok acıktım. Ne verirsen ver , yerim. Kokulara bak ,mis mis.

YİNG: Buyur o zaman.

YANG: Teşekkür ederim.Yine kendini yormuşsun. Yemekten başka neler yaptın bugün?

(Ying, boş bardaklara su doldurur.)
YİNG: Her zamanki gibi işe gittim.Değişik bir şey yok.Çıkışta da biraz

dolaştım, bir arkadaşımı ziyarete gittim. Asıl sen neler yaptın, nasıl geçti ilk atölye günün?

YANG: İyi sayılır. Daha da iyi olmasını umuyorum.

YİNG: A, iyi o zaman. Geçen hafta belki gitmem falan diyordun da.

YANG: Evet, çünkü kafam karışmıştı. Hocamız değişik biri. Bir anda çok şey yapmak istediğini dile getirince panik oldum. Birden her şey bana plansız, programsızmış gibi göründü.

YİNG: Ha , şu mesele. Senin düzen merakın.Aman ya, bir kere de akışına bıraksan. Ya adam çok iyi niyetliyse ve biraz heyecanlıysa. Her şeyi hemen kötüye yorma .

(Yang , kaşığını sert bir şekilde, tabağının kenarına bırakır)
YANG: Kötüye yormuyorum ya, ama sen de bilirsin ki, bu tür konular düzenli çalışmalarla meyvesini verir.

YİNG: Evet ama bazen her şey , herkes istediğimiz gibi olmayabilir. Hatta değişik uygulamalar, insanın yaratıcılığını da geliştirebilir.

(Yang biraz sakinleşir)
YANG: Haklı olabilirsin.Zaten ben de, geçen hafta, biraz da böyle düşünerek gittim.Yani önyargılı olmadan, birkaç çalışmaya katılarak, durumu değerlendirmek istedim.Belli ki hocamız donanımlı, İstanbul ortamında bulunmuş, değişik çalışmalar yapmış. Bize vereceği çok şey olabilir.

YİNG: Yani devam edeceksin. İyi de sen hem sınava hazırlanmak istiyorsun,hem de oyun yazmak istiyorsun. İsteklerine cevap bulabilecek misin?

YANG: Konu , yazmak ve edebiyat olduktan sonra ne farkeder? Bütün yollar Roma‘ya çıkıyor mu çıkmıyor mu, önemli olan bu. Tek istediğim biraz daha planlı bir şekilde hareket etmesi ve anlatacaklarına ya da konulara bütüncül olarak yaklaşması.

YİNG: O oo sen de çok masraflısın. Sıkıysa bu isteklerini dile getirde, hocandan cevabını al.

YANG: Bir şekilde dile getireceğim. Biz de halk eğitim kurslarına gitmiyoruz ya.Tabi ki beklentilerimiz olacak.Çünkü istiyoruz ve zaman ayırıyoruz, daha ne olsun.

YİNG: Bence bu konuyu fazla ciddiye alıyorsun. Biraz rahat ol.

YANG: Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?

YİNG: Evet, çünkü seni tanıyorum. Ne zaman böyle bir şeye girişsen çok idealist düşünüyorsun ve her şeyin öyle olmasını istiyorsun.

YANG: Peki, sence nasıl davranmam lazım?

(Ying elindekileri masaya bırakarak konuşur)
YİNG: Özel bir şey yapmana gerek yok. Rahat ol, her şeyi olduğu gibi kabullen ve biraz eğlen. Zaten çabaladığın zaman , ortaya mutlaka bir şeyler çıkacaktır.

(Yang, sandalyesinin arkasına yaslanır)
YANG: Peki sayın bilir kişi. Biraz senin dediğini yapalım. Bakalım ne oluyormuş.

YİNG: Hah, şöyle. Ben de sana, ödül olarak, yaptığım özel tatlıyı getireyim.

YANG: Off, harikasın ya!


13.03.2008

15 Mart 2008 Cumartesi

Yola koyuldum ben


07 Mart 2008

“Yazı yazmanın” günlüğü…


Sancılı geçen bir haftadan sonra içimdeki umudu yitireceğimi, heyecanımı çürüteceğimi, o hep bir yerlere koyamadığım yıllardır çocuğum gibi büyüttüğüm sevginin adını koyamayacağımı düşünmüştüm…Halbuki yanılmışım….

Haftanın son günü, bir iş çıkışı, elime ne zaman aldığımı hatırlamadığım kargo poşetiyle fırlıyordum dışarı. Ne olacak, ne bitecek endişesiyle ama en çok da o platonik sevgiliyle buluşmanın müthiş heyecanıyla koşar adımlarla atıyordum kendimi dışarı…

Ve…yazı yazmak yeniden….

Elim kalem tutmaya başladığında o ilk çubuklarımı çizerken ki heyecan gibi…Pır pır yüreğim…

Yeniden okullara başlamak gibi…Yine o merak; öğrenmek.

Yazı yazmak ; içimdeki denizlerin kaptanı olmak korkusuzca…

Hem de hiç utanmadan, sıkılmadan…

En güzeli ise paylaşmak bu sefer…

Yazı yazmak…Aşk yeniden , sevdalı bir akşam vakti…

Öyle duru ve öyle içten.

Öyle kendince…

İşte böyle tarifi zor bir tutku, beni yazı atölyesinde sizlerle buluşturan.

Hayatımın hiçbir konumunda, sanki beni bu kadar doyuran , mutlu eden, beni “ben” olduğum için tarafsızca kabul eden ve takdir eden hiçbir şey yok. Bu yüzdendir kaleme sarılışım, ona ilelebet bağlılığım…

Şimdi belki komik gelecek ama…

Belki alay konusu olacağım…

“Ne eline geçecek ki yazmakla?” diye soranlara; artık tüm cesaretim ve inancımla “yazar olmak” diye itiraf ediyordum aslında hayalim olanı söze dökerken…Her yazanın da yazar olmayacağını biliyorum elbet. Sadece bildiğim tek bir şey var; o da bu enerjinin nerden geldiği…Umutsuz bir günde bana ışık tutan, ince anlamların yüklü olduğu kelimelerin büyüsüne kapıldım gidiyorum ben…O günden bugüne tüm olumsuzluklara karşı biriktirdiğim umutlarım; benim enerjim…Benim bitmek tükenmeyen heyecanım…Bu enerji benim yaşama sevincim, benim hayata karşı direncim…Ne başka bir iş, ne başka bir eş, ne de bundan farklı bir hayat…

Yerine koyacak hiçbir şeyim yok “ yazı yazmak”

Ve dilime takılan bir şarkıyla bitiriyorum yazımı farkında olmadan…

“Küçücük bir bakışın, çözer beni kolayca…

Yaprak yaprak açtırırsın ilk yaz nasıl açtırırsa…”

Böyle bir neşe , böyle bir aşk ateşledi ruhumu…yola koyuldum ben.



RENGİN KARASU

Sözü hapsetmek için; onu saklamak ve aktarmak


10.03.2008 saat:14.25

“Hafızanın olanaklarını ve olanaksızlıklarını düşünmek gerek” diye geçiriyorum içimden. Aradan iki gün geçti ama “ilk günden neler kaldı?” desen toparlamak zor olur. Ama aklıma takılıp kalan bir şeyler var, konuşma arasında Adam’ın ağzından dökülen: “Niye söz var? Mesela kurtlar gibi ulumuyoruz da söz söylüyoruz, sözü kullanıyoruz?”. Ardından Kadın’ın sözüne ettiği yazının etkililiği meselesi geliveriyor aklıma. Yani yazı erişilenleri bakımından aslında bir elit mi yaratmakta? Söz’ün sınıfsızlığına ve maliyetinin düşük olmasına karşılık Yazı’nın alınıp satılan bir pazar nesnesi olması aynı zamanda onu kitlesellikten uzaklaştırmış mıdır… mıdır? Bunlar iyi, hoş da dışarıdaki masmavi göğü, sıcak İzmir baharını ne yapacağım? Aynı grev kırıcılar gibi sabıkalı geçmişlerini bilmeyen mi var; herhangi bir düşünceye yoğunlaşmaktan adamı ustaca men ederler.

Tamam, o halde ben de ikisini birleştiririm. Madem şimdi Platon ve Sokrates’i düşünmek üzereyim onları “agora”ya salıp Söz ve Yazı’yı anlamaya çalışmak daha iyi olmaz mı?

Bak işte Alsancak tarafından iyiden iyiye yağlanmış gövdesi, çirkin çehresiyle dost canlısı Sokrates görünüyor. Her zamanki gibi evden çıkmadan çekmiş kafayı hafiften; bu ona diyaloğa girmek için cesaret veriyor. Kıbrıs Şehitleri Caddesi boyunca sıralanmış boyacılarla konuşurken, daha doğrusu onlara soru sorarken, yaptığının diyalogdan öte monolog olduğunu biliyor. Başkasının vereceği cevapların “aradığı” cevaplar olmasını diliyor, ümitsizce. Ve siyah deri ceketli rocker gençlerle laflarken şunlar geçiyor içinden: “Soru sormanın büyüklüğünü bilmeyenler, ne yazık size! Soru soran aciz değildir; bir düşün bakalım, ilk başta bana diklenip kaç defa utandın ya da kaç kez eve gidince kendinle hesaplaştın. Sayısı çok değil mi? Ne zaman bana soru sormayı öğrenirsiniz işte o zaman Söz’ün gerçekliğini anlarsınız. Sorunun ise onun en billur hali olduğunu kendiliğinden öğrenmiş olursunuz.”

Her zaman yaptığı gibi İletişim Kitabevi’nin önünde akordeon çalan ihtiyara sokulup hal hatır sordu ve birden “Neden körsün?” dedi. Kör adam “Böyle doğdum” diye karşılık verdi. “Peki, bir şey görüyor musun?” diye sordu. Kör adam: “Hayır, hiç bir şey” dedi.”Hiçbir şeyin de bir şey olduğunu söylersem bana itiraz edebilir misin?” dedi. “Nasıl olur ben hiçbir şey görmüyorum, %100 körüm” dedi. “Peki, hiçbir şey görmüyorsan hiçbir şey görmediğini nasıl biliyorsun?” diye sordu. “Çünkü etrafım kapkaranlık; seni, çaldığım akordeonu veya kendi yüzümü hiç görmedim” dedi. “Ama karanlığın karasını biliyorsun, karayı görüyorsun; yani sen aslında bir şey görüyorsun usta, değil mi?”. Tam o sırada Sokrates’in gülümsemesini yüzünde donduracak denli yakışıklı biri kitabevine girdi. Bu “geniş omuzlu”, atletik vücutlu,1.90 boylarındaki genci ilk kez buralarda görüyordu. Koltuğunun altında bir tomar kağıt vardı ve hızlıca üst kata çıktı. Hafif müziğe uyum sağlarcasına sandalyeyi nazikçe kendine doğru çekti ve cüssesinin yanında oyuncak gibi kalan masaya yığdı kağıtlarını. Çevresini unutmuş gibiydi; zaman zaman duruyor, kâh uzun sakalını çekiştiriyor kâh birbirine karışmış saçlarıyla oynuyordu. Sokrates gençten bu kadar hoşlanmasa kitabevine asla girmezdi ama geniş omuzların hatırına giriverdi içeri ve hiç duraksamadan, o damdan düşme tavrıyla “Niye yazıyorsun?” dedi. Genç, “Ben Platon, memnun oldum” dedi. Sokrates: “Şaşırmadım… Cevap ver bakalım, niye yazıyorsun?” diye yineledi. “Sözü hapsetmek için; onu saklamak ve aktarmak istiyorum benden sonrakilere. Çevrede tonla ayaklı filozof var, ben onlar gibi olmak istemem.” diye karşılık verdi. “Ne o, yoksa sen de bilgisini satanlardan mısın? Yoksa zenginlere ders vererek mi geçiniyorsun? Onlar severler böyle yazılı şeyleri. Bırak sözü dolaşsın etrafta, hapsedip ne yapacaksın? Yanlış yerdesin. Dışarıda olman, sorular sorman, halkla olman gerek… Özellikle gençlerle, senin gibi gençlerle.”

Platon ne yapacağını bilemiyordu. Ona nasıl söyleyebilirdi ki İzmir’de efsane olmuş diyaloglarını yazdığını, bunların söz olup uçmasına gönlünün razı olmadığını. Yazıyı sevmeyen birine bunu söylemenin yolunu bilmediğinden hiç üstelemeyip “gidiyorum ben” diyerek yanından ayrıldı. Apar topar giden Platon’un ardından bir kağıt parçası süzüle süzüle yere, tam Sokrates’in önüne düştü. Sorusunun cevaplanmamasına içerleyen Sokrates bir merakla aldı eline kağıdı, evirdi çevirdi ama bir şey anlayamadı. Bu normaldi gerçi, o hiçbir yazılı şeyi anlayamazdı; çünkü okuyamazdı.

Evet, Platon yazmasaydı öğrenemeyecektik Sokrates’i ama bu, Platon “yazdığı” için mi böyle yoksa Sokrates’in “sözü” çok güçlü olduğu için mi, işte orası tartışmalı.

SİNEM HUN

Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden saçmalamam


Okumak ve yazmak, benim var olabilmem için zorunlu ihtiyaçlardan biri. Bazen kaleme dökemesem de günümün büyük bir kısmını yazmak için tasarladığım hikâyeleri düşünerek geçiririm. Bir gün, yazdıklarımın düşündüklerim kadar etkileyici olmadığını fark ettim. Düşünürken bana acayip büyüleyici gelen bir sahneyi yazıya dökmüştüm ve o sahne sıradan bir kucaklaşma sahnesi gibi duruyordu.

Roman ya da öykü okurken bazı bölümleri tekrar tekrar okuyorum. Gözümde canlandırdığım şey o kadar bitmesini istemediğim bir durum oluyor ki birkaç kez okumadan geçemiyorum. Oysa kendi yazdığım birkaç kez okunmadan geçilmemesi gereken bölümler bana çok kuru ve sıradan geliyor. Okurken canlandırmayı okuduktan sonra, yazarken canlandırmayı okumadan önce yaptığım için mi böyle hissediyorum, yoksa gerçekten o etkiyi yaratamıyor muyum bilmiyorum. Bu yüzden bölümleri çok kez değiştiriyorum ve her seferinde bölüm daha da cansızlaşıyor, yok oluyor. Sevgilim, mükemmel olduğunu söylüyor ama o benim yaptığım her şeye mükemmel diyor zaten. Bana tarafsız biri lazım, tarafsız ve profesyonel önerilerde bulunabilecek birisi.

İnternette neler yapabileceğimi araştırırken karşıma TOBAV’ın düzenlediği yazı atölyesi çıktı. O kadar çok sevindim ki hemen katıldım. Atölye’yi Halil Gökhan adında bir yazarla yapacakmışız. Kendisini daha önce hiç duymamıştım. Bu iyi bir şey, çünkü önyargım yok. Yine de biraz bilgim olmalı, en azından kendi taktığım adla “izdüşümsel dışavurumcu” olup olmadığını bilmem lazım, aira İzmir’de kendilerinden yığınla mevcut. Barbuni’de birkaç yazısını okudum. Şükür ki “izdüşümsel dışavurumcu” değil. Yazıları fena değil. Sitede Erhan Bener ve Yiğit Bener yazıları var. Bu adam boş biri olamaz. Hakkında daha fazla bilgi edinebilirim. Ama yapmayacağım, yapmamam lazım. Çünkü önyargı oluşturursam bu atölyenin bana hiçbir faydası kalmaz. Halil Bey’i kendisiyle tanımalıyım. En iyisi bu.

Büyük Kardıçalı İşhanı, birinci kat, yakınında park yeri yok. Konak Pier’e arabamı anahtarıyla bırakmam lazım, umarım bütün atölye boyunca arabamı yedek parça atölyesinde nasıl parçaladıklarına dair senaryolar yazmam. Ölmeden karşıdan karşıya geçtim. İşte burası; yıkılmak üzere bir han. Hoş geldin çocukluğum! Anadolu Lisesi sınavından önce babamın beni deneme sınavına getirdiği dershanenin bulunduğu hana çok benziyor. Allah’tan burası köfte kokuyor, orası keskin rutubet kokardı.

Tanrım bu bina yıkılmak üzere! Merdivenlere statik güçlendirme yapılması lazım, duvarlara izolasyon, yok yok öncesinde, bakayım ne yapılması lazım? Kendimi duvardan sıva parçası koparmaya çalışırken yakalıyorum. Buraya yazarlık yapmaya geldin. İnşaatçı Özlem kapının dışında bekliyor, unutma, diye kendime hatırlatıyorum.

Sekreterlik Odası’ndayım. Buraları derli toplu, elden geçmiş. Atölye için henüz kimse gelmemiş, Halil Bey dâhil. Kim olabilir diye düşünmek hoşuma gidiyor. Esmer, iri yapılı, bıyıklı, kıvırcık saçlı biri geldi. Bu olmasın, lütfen. Çok edebiyat öğretmeni kılıklı, bu olmasın. Ufak tefek, esmer kravatlı biri geldi. Yüzü daha olabilir gibi geliyor ama kravatlı, bu da olmasın.

Sonunda içeri neşeli biri girdi. Gayet spor giyinmiş, biraz dağınık bir havası var. Galiba bizim Halil Bey bu. Biraz “izdüşümsel dışavurumcu” havası var sanki. Yok, Halil Bey kravatlı olan galiba, baksana herkes onunla konuşuyor. Keşke öbürü olsaydı, öbürü daha çok yazara benziyor. Biraz dağınık biri ama sanki ben çok toplu biriyim, lafa bak.

Yuppi, kravatlı Halil Bey değilmiş. Yanıma oturan kıvırcık saçlı, esmer kadın söyledi. Adı Fethiye’ymiş. Hemen tanıştı benimle, ne güzel, burnu havada, kendini Iris Murdoch sanan insanlarla hiç uğraşamam zaten. Cana yakın insanlar her zaman daha iyidir. Görünüşe göre sadece ikimiz varız. Bu hem iyi, hem kötü, bakalım neler olacak.

Üçümüz konuşmaya başladık. Biri daha geldi, biraz tedirgin, biraz huzursuz bir kız. Olumsuz hissettirmedi. Biri daha katıldı. Sessiz sakin, adı Melis, tipi benim tanıdığım diğer Melis’e çok benziyor. Huyu benzemez inşallah.

Birinci ders daha çok teorik, ikinci ders daha çok serbest yapacakmışız, bu iyi. Yazıları burada yazmayacakmışız, bu daha da iyi.

Sözlü ve yazılı kültür hakkında konuştuk biraz, hangisi hangisini döver. Yazılı sözlüyü her zaman döver bence. Halil Bey, bizim sözlü kültür toplumu olduğumuzu söyledi. Çek senetten örnek verdi. Haklı, ama biz çarpık sözlü kültür toplumuyuz. Sözümüz senet değil artık. O yüzden söz uçar, yazı kalır kardeşim, bir bir daha iki. Hem konuşurken herkes sözünü kesebilir, sen bu sırada söyleyeceklerini unutabilirsin. Cümlenin yarısında sözünü kesen biri söyleyeceklerini çarpıtabilir. Yazı öyle değil ama birisi okumayı kesse dahi devamı orada, kimse unutturamaz, kimse çarpıtamaz. Gerçi çarpıtır ama daha çok uğraşması gerekir. Siz itiraz ettiğinizde elinizde çarpıtıldığına dair delil olur.

Sözlü iletişim demek, hafızaya güvenmek demektir bir bakıma. Hafızaya güvenmek, buza yazdığın yazıya güvenmek gibidir. Hadi doğru hatırladın diyelim, hatırladıklarını tekrar söze dökerken kullandığın kelimeler, vurgulaman senin kendi düşünce ve yargılarını da içerir, yani asla birinci kişininkinin tıpatıp aynısı olmaz. Senin beyninin süzgecinden geçmiştir bir kere. Ne kadar objektifim de desen, beynin onu önceki yaşam tecrübeleriyle ilintilendirdi, değer yargılarına oturttu, iyilere iyi, kötülere, kötü dedi. Birinci kişinin kullandığı, ikinci kişinin bilmediği kelimeleri attı, doğal olarak anlamı daralttı. Birinci kişinin anlatırken ki vücut dilini beynin anlatılanlara ekledi. Güzel bir şeyi anlatmaya çalışırken karnına giren ağrının yüzünü ekşitmesi ikinci kişide güzel şeyi iğrenç bir şey olarak algılanmaya itti. Daha birçok şey yazabilirim. Sonuç, sözlü iletişim pratik bir şeydir, lazımdır. Ama yazılı iletişimin yerini tutamaz, dolduramaz. Yazılı da sözlünün yerini tutamaz, dolduramaz. Beden dili, anlattıklarınızın yüzde altmış beşini anlatır çünkü. Fakat bu dünyada bizde varız, katkıda bulunacağız demek isterseniz, sözü yazıya dökeceksiniz, bu kaçınılmaz.

Şiir sevmem dedim. Meğer kimse sevmezmiş. Sonradan aklıma geldi ama başka konulara geçmiştik, söylemedim. Sevdiğim bazı şairler var, mesela Sezen Aksu. Çok kuvvetli bir şair, yazdıklarının çoğu ile hemfikirim. Kitabının adını Eksik Şiir koymuş. Düşününce çok anlamlı buldum. Şiir kendi başına eksik bir şey, anlamını müzikle tamamladığında sevilesi bir şey oluyor. Gerçi Sezen Aksu’nun bestekârlığı, şairliği kadar güçlü değil. Fakat yine de şiirlerini sevilesi kılıyor.

“Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden saçmalamam,
Sevinmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem.
Ne kadar az yol almışım, ne kadar yolun başındaymışım meğer
İçimde yalandan, kocaman, rengârenk, geçici oyuncak zaferler”

Sezen Aksu

İkinci bölümde Fethiye’nin yazısını okudum. Âşık olduğu adama yaklaşamamasını anlatan kısa bir yazıydı. Herkes bir şeyler söyledi. Ben söyleyemedim. İyi konuşmacı gibi görünen ama aslında konuşamayan biriyim ben çünkü. Düşüncelerimi ancak yazarak doğru ifade edebilirim. Eğer düşüncelerimi konuşarak anlatmam gerekecekse, onları muhakkak önceden yazarım. Eğer önceden haberim yoksa konuşacağımdan ve önemli ise söyleyeceklerim, tuvalete gitmek için izin ister, düşünür, yazarım, sonra gelir onları okurum.

Fethiye’nin yazı konusu güzeldi. Çok gerçek yazmış. O kadar gerçek ki acıtan kısımları atlamış. Bence biraz daha neşteri eline alması lazım, o zaman mükemmel bir yazı olur. Ne kadar acıtırsa acıtsın, biraz daha duygu katmalı içine. Oyun başlamadan önceki heyecanı, onu sahnede gördüğünde yüreğinde olan biten, fanatik ailenin davranışları karşısındaki kıskançlığı, öfkesi, kırgınlığı biraz daha yansımalı yazıya. Ortamlar biraz daha belirgin olmalı. Bence okuyucuyu kendi tiyatro salonu deneyimlerinden yola çıkarak bir tiyatro sahnesi yaratmaya bırakmamalı. Gördüğü tiyatro sahnesini bize tanımlamalı. Sigara dolu salon ve esas olayın yaşandığı, fanatik ailenin geldiği mekân da öyle, tanımlanmalı.

Sonra bize ödev verdi Halil Gökhan. Hayatınızda ananız babanız olmuş, dönüm noktası olmuş bir kitabı bulun, onu yazın. Dersin gerisini hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca iki bine yakın kitap okudum. Hepsinden çeşitli ölçülerde etkilendim, hepsi hayatıma bir tek sözcük dahi olsa bir şeyler kattı. O zamandan sonra okuduğum tüm kitaplar kafamda dans etmeye başladı. Bir şey söylediyse de duymadım.

İlk hafta için oldukça iyi şeyler yaptık bence. En azından ben aradığımı buldum. Benim dağınık kafamı yazmaya odaklamayı başardı. Yazmak üzerine daha derin düşünmemi sağlamayı başardı. Çünkü sadece anlatılacak şey üzerinde duruyordum. Anlatım şekli ve felsefi boyutu düşünmeyi tamamen bırakmıştım. Böylece yazdıklarım chick-lit* ürünü oluyordu. Artık biraz daha istediğime yakın bir şeyler yazabileceğimi umuyorum.

*Chick-lit: Piliç edebiyatı. Amerika’da duyduğum bir tabir. Alışverişkolik Şurada Burada kitaplarına benzer kitaplara Amerikalıların taktığı isim. Gelirken yanımda birkaçını getiririm. Maalesef onları okumayı çok seviyorum. Şükür ki günde iki tane birden okuyabiliyorum, hiç zaman almıyor.

ÖZLEM ŞENOL