15 Mart 2008 Cumartesi

Sözü hapsetmek için; onu saklamak ve aktarmak


10.03.2008 saat:14.25

“Hafızanın olanaklarını ve olanaksızlıklarını düşünmek gerek” diye geçiriyorum içimden. Aradan iki gün geçti ama “ilk günden neler kaldı?” desen toparlamak zor olur. Ama aklıma takılıp kalan bir şeyler var, konuşma arasında Adam’ın ağzından dökülen: “Niye söz var? Mesela kurtlar gibi ulumuyoruz da söz söylüyoruz, sözü kullanıyoruz?”. Ardından Kadın’ın sözüne ettiği yazının etkililiği meselesi geliveriyor aklıma. Yani yazı erişilenleri bakımından aslında bir elit mi yaratmakta? Söz’ün sınıfsızlığına ve maliyetinin düşük olmasına karşılık Yazı’nın alınıp satılan bir pazar nesnesi olması aynı zamanda onu kitlesellikten uzaklaştırmış mıdır… mıdır? Bunlar iyi, hoş da dışarıdaki masmavi göğü, sıcak İzmir baharını ne yapacağım? Aynı grev kırıcılar gibi sabıkalı geçmişlerini bilmeyen mi var; herhangi bir düşünceye yoğunlaşmaktan adamı ustaca men ederler.

Tamam, o halde ben de ikisini birleştiririm. Madem şimdi Platon ve Sokrates’i düşünmek üzereyim onları “agora”ya salıp Söz ve Yazı’yı anlamaya çalışmak daha iyi olmaz mı?

Bak işte Alsancak tarafından iyiden iyiye yağlanmış gövdesi, çirkin çehresiyle dost canlısı Sokrates görünüyor. Her zamanki gibi evden çıkmadan çekmiş kafayı hafiften; bu ona diyaloğa girmek için cesaret veriyor. Kıbrıs Şehitleri Caddesi boyunca sıralanmış boyacılarla konuşurken, daha doğrusu onlara soru sorarken, yaptığının diyalogdan öte monolog olduğunu biliyor. Başkasının vereceği cevapların “aradığı” cevaplar olmasını diliyor, ümitsizce. Ve siyah deri ceketli rocker gençlerle laflarken şunlar geçiyor içinden: “Soru sormanın büyüklüğünü bilmeyenler, ne yazık size! Soru soran aciz değildir; bir düşün bakalım, ilk başta bana diklenip kaç defa utandın ya da kaç kez eve gidince kendinle hesaplaştın. Sayısı çok değil mi? Ne zaman bana soru sormayı öğrenirsiniz işte o zaman Söz’ün gerçekliğini anlarsınız. Sorunun ise onun en billur hali olduğunu kendiliğinden öğrenmiş olursunuz.”

Her zaman yaptığı gibi İletişim Kitabevi’nin önünde akordeon çalan ihtiyara sokulup hal hatır sordu ve birden “Neden körsün?” dedi. Kör adam “Böyle doğdum” diye karşılık verdi. “Peki, bir şey görüyor musun?” diye sordu. Kör adam: “Hayır, hiç bir şey” dedi.”Hiçbir şeyin de bir şey olduğunu söylersem bana itiraz edebilir misin?” dedi. “Nasıl olur ben hiçbir şey görmüyorum, %100 körüm” dedi. “Peki, hiçbir şey görmüyorsan hiçbir şey görmediğini nasıl biliyorsun?” diye sordu. “Çünkü etrafım kapkaranlık; seni, çaldığım akordeonu veya kendi yüzümü hiç görmedim” dedi. “Ama karanlığın karasını biliyorsun, karayı görüyorsun; yani sen aslında bir şey görüyorsun usta, değil mi?”. Tam o sırada Sokrates’in gülümsemesini yüzünde donduracak denli yakışıklı biri kitabevine girdi. Bu “geniş omuzlu”, atletik vücutlu,1.90 boylarındaki genci ilk kez buralarda görüyordu. Koltuğunun altında bir tomar kağıt vardı ve hızlıca üst kata çıktı. Hafif müziğe uyum sağlarcasına sandalyeyi nazikçe kendine doğru çekti ve cüssesinin yanında oyuncak gibi kalan masaya yığdı kağıtlarını. Çevresini unutmuş gibiydi; zaman zaman duruyor, kâh uzun sakalını çekiştiriyor kâh birbirine karışmış saçlarıyla oynuyordu. Sokrates gençten bu kadar hoşlanmasa kitabevine asla girmezdi ama geniş omuzların hatırına giriverdi içeri ve hiç duraksamadan, o damdan düşme tavrıyla “Niye yazıyorsun?” dedi. Genç, “Ben Platon, memnun oldum” dedi. Sokrates: “Şaşırmadım… Cevap ver bakalım, niye yazıyorsun?” diye yineledi. “Sözü hapsetmek için; onu saklamak ve aktarmak istiyorum benden sonrakilere. Çevrede tonla ayaklı filozof var, ben onlar gibi olmak istemem.” diye karşılık verdi. “Ne o, yoksa sen de bilgisini satanlardan mısın? Yoksa zenginlere ders vererek mi geçiniyorsun? Onlar severler böyle yazılı şeyleri. Bırak sözü dolaşsın etrafta, hapsedip ne yapacaksın? Yanlış yerdesin. Dışarıda olman, sorular sorman, halkla olman gerek… Özellikle gençlerle, senin gibi gençlerle.”

Platon ne yapacağını bilemiyordu. Ona nasıl söyleyebilirdi ki İzmir’de efsane olmuş diyaloglarını yazdığını, bunların söz olup uçmasına gönlünün razı olmadığını. Yazıyı sevmeyen birine bunu söylemenin yolunu bilmediğinden hiç üstelemeyip “gidiyorum ben” diyerek yanından ayrıldı. Apar topar giden Platon’un ardından bir kağıt parçası süzüle süzüle yere, tam Sokrates’in önüne düştü. Sorusunun cevaplanmamasına içerleyen Sokrates bir merakla aldı eline kağıdı, evirdi çevirdi ama bir şey anlayamadı. Bu normaldi gerçi, o hiçbir yazılı şeyi anlayamazdı; çünkü okuyamazdı.

Evet, Platon yazmasaydı öğrenemeyecektik Sokrates’i ama bu, Platon “yazdığı” için mi böyle yoksa Sokrates’in “sözü” çok güçlü olduğu için mi, işte orası tartışmalı.

SİNEM HUN

Hiç yorum yok: