15 Mart 2008 Cumartesi

Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden saçmalamam


Okumak ve yazmak, benim var olabilmem için zorunlu ihtiyaçlardan biri. Bazen kaleme dökemesem de günümün büyük bir kısmını yazmak için tasarladığım hikâyeleri düşünerek geçiririm. Bir gün, yazdıklarımın düşündüklerim kadar etkileyici olmadığını fark ettim. Düşünürken bana acayip büyüleyici gelen bir sahneyi yazıya dökmüştüm ve o sahne sıradan bir kucaklaşma sahnesi gibi duruyordu.

Roman ya da öykü okurken bazı bölümleri tekrar tekrar okuyorum. Gözümde canlandırdığım şey o kadar bitmesini istemediğim bir durum oluyor ki birkaç kez okumadan geçemiyorum. Oysa kendi yazdığım birkaç kez okunmadan geçilmemesi gereken bölümler bana çok kuru ve sıradan geliyor. Okurken canlandırmayı okuduktan sonra, yazarken canlandırmayı okumadan önce yaptığım için mi böyle hissediyorum, yoksa gerçekten o etkiyi yaratamıyor muyum bilmiyorum. Bu yüzden bölümleri çok kez değiştiriyorum ve her seferinde bölüm daha da cansızlaşıyor, yok oluyor. Sevgilim, mükemmel olduğunu söylüyor ama o benim yaptığım her şeye mükemmel diyor zaten. Bana tarafsız biri lazım, tarafsız ve profesyonel önerilerde bulunabilecek birisi.

İnternette neler yapabileceğimi araştırırken karşıma TOBAV’ın düzenlediği yazı atölyesi çıktı. O kadar çok sevindim ki hemen katıldım. Atölye’yi Halil Gökhan adında bir yazarla yapacakmışız. Kendisini daha önce hiç duymamıştım. Bu iyi bir şey, çünkü önyargım yok. Yine de biraz bilgim olmalı, en azından kendi taktığım adla “izdüşümsel dışavurumcu” olup olmadığını bilmem lazım, aira İzmir’de kendilerinden yığınla mevcut. Barbuni’de birkaç yazısını okudum. Şükür ki “izdüşümsel dışavurumcu” değil. Yazıları fena değil. Sitede Erhan Bener ve Yiğit Bener yazıları var. Bu adam boş biri olamaz. Hakkında daha fazla bilgi edinebilirim. Ama yapmayacağım, yapmamam lazım. Çünkü önyargı oluşturursam bu atölyenin bana hiçbir faydası kalmaz. Halil Bey’i kendisiyle tanımalıyım. En iyisi bu.

Büyük Kardıçalı İşhanı, birinci kat, yakınında park yeri yok. Konak Pier’e arabamı anahtarıyla bırakmam lazım, umarım bütün atölye boyunca arabamı yedek parça atölyesinde nasıl parçaladıklarına dair senaryolar yazmam. Ölmeden karşıdan karşıya geçtim. İşte burası; yıkılmak üzere bir han. Hoş geldin çocukluğum! Anadolu Lisesi sınavından önce babamın beni deneme sınavına getirdiği dershanenin bulunduğu hana çok benziyor. Allah’tan burası köfte kokuyor, orası keskin rutubet kokardı.

Tanrım bu bina yıkılmak üzere! Merdivenlere statik güçlendirme yapılması lazım, duvarlara izolasyon, yok yok öncesinde, bakayım ne yapılması lazım? Kendimi duvardan sıva parçası koparmaya çalışırken yakalıyorum. Buraya yazarlık yapmaya geldin. İnşaatçı Özlem kapının dışında bekliyor, unutma, diye kendime hatırlatıyorum.

Sekreterlik Odası’ndayım. Buraları derli toplu, elden geçmiş. Atölye için henüz kimse gelmemiş, Halil Bey dâhil. Kim olabilir diye düşünmek hoşuma gidiyor. Esmer, iri yapılı, bıyıklı, kıvırcık saçlı biri geldi. Bu olmasın, lütfen. Çok edebiyat öğretmeni kılıklı, bu olmasın. Ufak tefek, esmer kravatlı biri geldi. Yüzü daha olabilir gibi geliyor ama kravatlı, bu da olmasın.

Sonunda içeri neşeli biri girdi. Gayet spor giyinmiş, biraz dağınık bir havası var. Galiba bizim Halil Bey bu. Biraz “izdüşümsel dışavurumcu” havası var sanki. Yok, Halil Bey kravatlı olan galiba, baksana herkes onunla konuşuyor. Keşke öbürü olsaydı, öbürü daha çok yazara benziyor. Biraz dağınık biri ama sanki ben çok toplu biriyim, lafa bak.

Yuppi, kravatlı Halil Bey değilmiş. Yanıma oturan kıvırcık saçlı, esmer kadın söyledi. Adı Fethiye’ymiş. Hemen tanıştı benimle, ne güzel, burnu havada, kendini Iris Murdoch sanan insanlarla hiç uğraşamam zaten. Cana yakın insanlar her zaman daha iyidir. Görünüşe göre sadece ikimiz varız. Bu hem iyi, hem kötü, bakalım neler olacak.

Üçümüz konuşmaya başladık. Biri daha geldi, biraz tedirgin, biraz huzursuz bir kız. Olumsuz hissettirmedi. Biri daha katıldı. Sessiz sakin, adı Melis, tipi benim tanıdığım diğer Melis’e çok benziyor. Huyu benzemez inşallah.

Birinci ders daha çok teorik, ikinci ders daha çok serbest yapacakmışız, bu iyi. Yazıları burada yazmayacakmışız, bu daha da iyi.

Sözlü ve yazılı kültür hakkında konuştuk biraz, hangisi hangisini döver. Yazılı sözlüyü her zaman döver bence. Halil Bey, bizim sözlü kültür toplumu olduğumuzu söyledi. Çek senetten örnek verdi. Haklı, ama biz çarpık sözlü kültür toplumuyuz. Sözümüz senet değil artık. O yüzden söz uçar, yazı kalır kardeşim, bir bir daha iki. Hem konuşurken herkes sözünü kesebilir, sen bu sırada söyleyeceklerini unutabilirsin. Cümlenin yarısında sözünü kesen biri söyleyeceklerini çarpıtabilir. Yazı öyle değil ama birisi okumayı kesse dahi devamı orada, kimse unutturamaz, kimse çarpıtamaz. Gerçi çarpıtır ama daha çok uğraşması gerekir. Siz itiraz ettiğinizde elinizde çarpıtıldığına dair delil olur.

Sözlü iletişim demek, hafızaya güvenmek demektir bir bakıma. Hafızaya güvenmek, buza yazdığın yazıya güvenmek gibidir. Hadi doğru hatırladın diyelim, hatırladıklarını tekrar söze dökerken kullandığın kelimeler, vurgulaman senin kendi düşünce ve yargılarını da içerir, yani asla birinci kişininkinin tıpatıp aynısı olmaz. Senin beyninin süzgecinden geçmiştir bir kere. Ne kadar objektifim de desen, beynin onu önceki yaşam tecrübeleriyle ilintilendirdi, değer yargılarına oturttu, iyilere iyi, kötülere, kötü dedi. Birinci kişinin kullandığı, ikinci kişinin bilmediği kelimeleri attı, doğal olarak anlamı daralttı. Birinci kişinin anlatırken ki vücut dilini beynin anlatılanlara ekledi. Güzel bir şeyi anlatmaya çalışırken karnına giren ağrının yüzünü ekşitmesi ikinci kişide güzel şeyi iğrenç bir şey olarak algılanmaya itti. Daha birçok şey yazabilirim. Sonuç, sözlü iletişim pratik bir şeydir, lazımdır. Ama yazılı iletişimin yerini tutamaz, dolduramaz. Yazılı da sözlünün yerini tutamaz, dolduramaz. Beden dili, anlattıklarınızın yüzde altmış beşini anlatır çünkü. Fakat bu dünyada bizde varız, katkıda bulunacağız demek isterseniz, sözü yazıya dökeceksiniz, bu kaçınılmaz.

Şiir sevmem dedim. Meğer kimse sevmezmiş. Sonradan aklıma geldi ama başka konulara geçmiştik, söylemedim. Sevdiğim bazı şairler var, mesela Sezen Aksu. Çok kuvvetli bir şair, yazdıklarının çoğu ile hemfikirim. Kitabının adını Eksik Şiir koymuş. Düşününce çok anlamlı buldum. Şiir kendi başına eksik bir şey, anlamını müzikle tamamladığında sevilesi bir şey oluyor. Gerçi Sezen Aksu’nun bestekârlığı, şairliği kadar güçlü değil. Fakat yine de şiirlerini sevilesi kılıyor.

“Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden saçmalamam,
Sevinmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem.
Ne kadar az yol almışım, ne kadar yolun başındaymışım meğer
İçimde yalandan, kocaman, rengârenk, geçici oyuncak zaferler”

Sezen Aksu

İkinci bölümde Fethiye’nin yazısını okudum. Âşık olduğu adama yaklaşamamasını anlatan kısa bir yazıydı. Herkes bir şeyler söyledi. Ben söyleyemedim. İyi konuşmacı gibi görünen ama aslında konuşamayan biriyim ben çünkü. Düşüncelerimi ancak yazarak doğru ifade edebilirim. Eğer düşüncelerimi konuşarak anlatmam gerekecekse, onları muhakkak önceden yazarım. Eğer önceden haberim yoksa konuşacağımdan ve önemli ise söyleyeceklerim, tuvalete gitmek için izin ister, düşünür, yazarım, sonra gelir onları okurum.

Fethiye’nin yazı konusu güzeldi. Çok gerçek yazmış. O kadar gerçek ki acıtan kısımları atlamış. Bence biraz daha neşteri eline alması lazım, o zaman mükemmel bir yazı olur. Ne kadar acıtırsa acıtsın, biraz daha duygu katmalı içine. Oyun başlamadan önceki heyecanı, onu sahnede gördüğünde yüreğinde olan biten, fanatik ailenin davranışları karşısındaki kıskançlığı, öfkesi, kırgınlığı biraz daha yansımalı yazıya. Ortamlar biraz daha belirgin olmalı. Bence okuyucuyu kendi tiyatro salonu deneyimlerinden yola çıkarak bir tiyatro sahnesi yaratmaya bırakmamalı. Gördüğü tiyatro sahnesini bize tanımlamalı. Sigara dolu salon ve esas olayın yaşandığı, fanatik ailenin geldiği mekân da öyle, tanımlanmalı.

Sonra bize ödev verdi Halil Gökhan. Hayatınızda ananız babanız olmuş, dönüm noktası olmuş bir kitabı bulun, onu yazın. Dersin gerisini hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca iki bine yakın kitap okudum. Hepsinden çeşitli ölçülerde etkilendim, hepsi hayatıma bir tek sözcük dahi olsa bir şeyler kattı. O zamandan sonra okuduğum tüm kitaplar kafamda dans etmeye başladı. Bir şey söylediyse de duymadım.

İlk hafta için oldukça iyi şeyler yaptık bence. En azından ben aradığımı buldum. Benim dağınık kafamı yazmaya odaklamayı başardı. Yazmak üzerine daha derin düşünmemi sağlamayı başardı. Çünkü sadece anlatılacak şey üzerinde duruyordum. Anlatım şekli ve felsefi boyutu düşünmeyi tamamen bırakmıştım. Böylece yazdıklarım chick-lit* ürünü oluyordu. Artık biraz daha istediğime yakın bir şeyler yazabileceğimi umuyorum.

*Chick-lit: Piliç edebiyatı. Amerika’da duyduğum bir tabir. Alışverişkolik Şurada Burada kitaplarına benzer kitaplara Amerikalıların taktığı isim. Gelirken yanımda birkaçını getiririm. Maalesef onları okumayı çok seviyorum. Şükür ki günde iki tane birden okuyabiliyorum, hiç zaman almıyor.

ÖZLEM ŞENOL

Hiç yorum yok: