15 Haziran 2008 Pazar

A

İlk nefes aldığı an insanın. Başlangıç noktası, yani öyle kabul edilen. Daha bilimsel olsun, pozitif sayılarda ilerleyen zamanın kişisel milat noktası. =) Çok ciddi bir yer. =) Çok ciddi ve havalı. Biraz sıkıcı da aslında herkeste var diye herhalde, A hep başlamaktan yorulan.

B
Kararsızım ne demeli? İkinciler hep birinciyi kıskanır mı? Ve galiba kıskandıkça anlamsızlaşır. Ne demek istediği iyice duyulup anlaşılmaz.

C
Yanına gelen, açık açık gülen sesten olsa gerek, neşesi. Yanında o olmadan da gülümsetebiliyor artık, ilk halinden sıyrılıp. Demek ki iyi arkadaş diye bir şey gerçekten var ve değiştiriyor dünyayı.

D
Dünya demişken. Mavinin Msinde Vsinde samimi ve gözalıcı, Yeşilin Ysi kadar rahat, Şler ve Eler kadar neşeli aslında. Neşeli de neşeli. Kimse bakmak istemese de Slerle bir karanlığa çevirse de gözlerini... bakmasan da devam eder ya hayat. Sen sadece göremezsin, kendini korkutur ve sindirirsin. Siyaha dönersin, sadece Siyaha.

Belki insanlar da böyledir. Belki harftir aslında ve her biri Tanrı’nın sözünden izlerdir. Zlerde biter mi peki zaman? Pek sanmam. Sonsuz bir döngüye bağlar hayat senden sonra, nasılsa sana farketmeyecek ne değiştiği. O yüzden hiçbir şeyin değişmediğini düşünmek en iyisi.

Çünkü söylediğimde de değişmiyor gerçekler ya da silinmiyor doğrular. Yumuşak Gler gibi, silinir gibi yapıp yine farkettiriyor kendini. Ne Onun uzunlamasına sesi var orda ne Gnin engeli. Ama yine de boş değil. Gyi silmişler O devam edebilsin diye ama gerçeği Tanrı da silemiyor bu saatten sonra.

Ben, Bnin kararsızlığı ve önündekine imrenmesinden sıyrılıp da ben olmaya çalıştım. E en önemlisiydi hayatta gülme sesleri, güldürenler. N ise... belki de kadınlıktı. Belki birkaç şey de onun yüzündendi. İnsanız diyoruz düşündükçe, kaybolur farklar ama, N ve K birbirlerine hiç benzemezler. Yaklaştıkça başka şekil alırlar ve biri diğerini kapsar belki, derim ve okuyan Kyı kızdırırım ancak.

Başka şey söyleyecektim K falan deyince yine Karıştı Kafam. İlginç gerçekten Çler kadar, Karar da Kargaşa da Klarda. Gülmek de Üzülmek de aynı çizgilerle inşa ediliyor. Z sanıyorum bu işten sorumlu, gizlemeye çalışıyor, yalana çeviriyor durumu çünkü G demiştik, Gülmek Gerçek. Zyi kim durduracak, ne zaman pili bitecek sayaçların? Sürekli aynı şeyi yapmaktan perişan o da biliyorum, ama söz vermiş dönemiyor artık. Sürekli ve sıradan, aynı ve sıkıcı, bir şey yapmak kadar belirsiz ve kabullenilmiş...

Daha çok şey var aslında hayatta bakmadan geçilen, yeni yerlere götürmek için bizleri hiç vazgeçmeden bekleyen. Huzur vermeyi bekleyen, rahatlatmayı... Huzurla hep eşdeğer değil aslında H. Çünkü iki çizgisi birbirine bağlı, biraz sıkışmış görünüyor. Belki de o yüzden kolayca farkedilmiyor. F bize yardım etse, biraz çalışsa kıvrımları beynimizin, F büyüse, gelişse belki o zaman H saklanamaz olur artık bizim için. Klar ve Nler için.

Çünkü F aynı zamanda final. Varılacak yerlerin en sonuncusu. Büyütmeye de çok gerek yok aslında, toprağın Tsi kazdı Osu doldu, oraya varamadan öldü milyonlarca insan.

14 Haziran 2008 Cumartesi

SIKINTILI YAZARIN RUH İKLİMİDEN

Parmaklar uyuşur, eller kenetlenir, ayaklar huzursuzdur durmaz durduğu yerde; çünkü beyin karıncalaşmıştır bir kere. “Sabah değil de akşam yazmaya başlayayım” der yazar içinden. Zaman aktıkça, yelkovanla akrep niyeyse daha bir hızlı dans ediyormuş gibi görünür yazarın gözüne. “Bu kadar çabuk akşam olamaz, daha okumamı bitirmedim. Neyse gece yazarım” der, böylece birkaç saati daha okuma numarası yaparak geçirecektir. Kelimeler her zamanki gibi kayar sayfada. Göz, kelimeleri, cümleleri hızlı hızlı kat eder; ama anlam bir türlü gelmez. Parçaları birleştiremez zihninde; çünkü aklı fikri gecededir. Gece yazmak gerek, son duraktır gece.


Başka çıkış yolu yoktur yazarın; ya eline kalemi alıp yazacak ya da “çok geç oldu, yarın sabah kalkıp yazayım” diyerek kendini kandıracaktır. Bu bariz bir kandırmacadır, yarının aslında yazma yükümlülüğünden kurtulmak için kendisinin uydurduğu bir “gün/zaman” olduğunu bilir; ama bir şeyi daha bilir: Bir müddet daha “yarın”la oyalanması artık mümkün değildir. Zaman daralmıştır, odaya gidip yazmalıdır.

***

Çoğu zaman yazarların “gece yazıyorum” demelerini bu sıkıntıya, yazma sıkıntısına bağlamışımdır. Bir metni, yazıyı zihninde bitirmekle kâğıda dökmek arasında dağlar kadar fark olduğunun bilincinde olan kişidir yazar; ama bir şey onu sürekli ketler. Mükemmeliyetçilik duygusu? Tembellik? Disiplinsizlik? Belki hepsi, belki de hiçbiri. Elbette bazıları gerçekten sadece gece yazıyor olabilir; ama gece aynı zamanda son kaçış noktası, yumurtanın kapıya dayandığı noktadır. Tüm acımasızlığıyla “yazma zorunluluğu” kapıyı kırarcasına dövdüğünde yazarın kapıyı açıp o garip devi içeri buyur etmekten başka çaresi yoktur. Hele o dev ertesi güne yetiştirilecek bir yazı ya da kitabevinin “kitabı bir an önce bitir” pusulasını teslim için geldiyse…

Öte yandan aklıma Sylvia Plath geliyor. Geçen yüzyılın bu önemli kadın ozanı da bir dönem aynı şeyden şikâyet etmiş, özellikle 3 çocuklu aile hayatıyla beraber eskisi gibi yazamadığından kimi yerlerde yakınmıştır. Şairdeki bu yazma sıkıntısının intiharıyla bir ilgisi yoktur demek hayli büyük bir iddia olur kanımca. Yazarın yazma sıkıntısı giderek öyle var oluşsal bir hal alır ki bu dünyada yapmaya yazılı olduğu o “mecbur” eyleme olan inancı yiter; inancı sarsılan bir mümin halidir bu hal… Hayatının merkezine sadece yazıyı koymasıyla tanımlayacağımız kimi yazarlar vardır. Kendini “yazı” dininin yörüngesinde küçük bir gezegen gibi hisseden tutkulu bir yazar için yazının dar bir ceket sıkıntısıyla hayatına çöreklenmesi gerçekten kabullenmesi zor bir durumdur. Çıkış yollarını aramak ya da o zinciri kırmak kimi kırılgan ruhlar için çetin bir sınava dönebilir. Sonu intiharlı biten yaşam öykülerinin altında yazarın yazmaya dair sıkıntısının da payı yok mudur?

Hiç başlanamayan kitaplar, hiç yazılmamış hayatlar, karakterlerle doludur yazarın kafası. Öyle ki bazen onları yazıya geçirip geçirmediğini dahi unutur. Kimi zamanlar da kafasındakileri yazmak onun için mühim olmaktan çıkar; düşlemeyi, konuşmayı, anlatmayı daha çekici bulur. Sokrates’in çenesi değil de eli çalışsaydı yine aynı tezahüratlara mahzar olur muydu acaba? Baldıran zehirini içmekten kurtulamazdı büyük ihtimalle; ama konuştuğu gibi yazamayan, belki de hiç hatırlanmayacak bir Sokrates kalırdı tarihe, öyle değil mi? O halde bazen yazma sıkıntısının yaratıcı kafanın işine de yaradığını söyleyebilir miyiz?

Bırakmak da, yazmamayı seçmek de mümkün elbette. Yazar olarak yola çıkan ne eliyle ne de koluyla bu âleme zincirlidir. Aslına bakılırsa yazarlığı meslek olarak görmemek has bir erdemdir. Örneğin; okumak daha “iyi gelebilir” yazara, Hüseyin Cöntürk’ün dediği gibi yazı bir müddet sonra ilgisini çekmeyebilir, okurken kendini daha iyi hissedebilir “yazar”. Okurken yaratıcılığının patladığını ve bunları paylaşmanın anlamsızlığına inananlara edebileceğimiz bir iki kelam var mıdır acaba?

Son yıllarda ürün vermeyen Aslı Erdoğan, Orhan Pamuk gibi tanınan yazarların da yazma sıkıntısından/spleen muzdarip olduklarını düşünmememiz için bir neden yok sanırım. Belki şahsi ya da ekonomik kimi meselelerden bunalıp bir süre ara vermeyi istemişlerdir ya da ilgileri kimi farklı alan ya da mesleklere kaymıştır; ama yazıyla arasına soğukluk giren yazarın eskiden olduğu gibi aynı şevk ve istekle yazabileceği pek akla yakın durmaz. Özellikle Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü öncesi ve sonrasında yaşadıkları yazıyla ilişkisini olumsuz yönde etkilediğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Hele ürettiği, kendini iyi hissettiği bu topraklardan zorunlu olarak ayrılıp kendine başka dilli bir toprağı seçmesi yazın dengelerini alt üst edip yazınsal şevkinin baltalandığını göz önüne alırsak yeniden toparlanıp iyi bir metinle karşımıza çıkması için biraz daha vakit var diyebiliriz.

…çünkü yazarlar da Afrika menekşeleri gibidir; çiçeklerinin açıp gürleşmesi, alttan yeni tomurcukların baş göstermesi için basit bir formül vardır; az su ve aydınlık. Eğer güneşin tam karşısına koyarsanız menekşeyi kavrulur, suyunu aksatırsanız size küser, kurur. Yazarların da yazmak için koşulları vardır ve bunlar genelde hayli basittir. Ama yer değiştirmek, ülke terk etmek ve dolayısıyla yeni bir dillin içinde var olmak zorunda kalan yazar için sadece yazı değil hayat da çekilmez olur. Sürgünün dili kekemeyse, kesik kesik çıkıyorsa bunun altında yazıyla olan ilişkiyi yaratan koşulların başkalaşmasını ve yazma sıkıntısını da aramak zorundayız.
***
“Mabedim” dediği odaya her daim özgüvenle giren yazar kapıyı ardına kadar açmaya korkuyor. Kapı aralığından odasına bakıyor. Masanın üzerinde duran araçları, yazı yoldaşları; kalem, silgi, kâğıt… Bu kadar buyurgan ve sert olduklarını bilmezdi yazar. Çekiniyor, onlardan hayli çekindiğini duyumsuyor. Bütün bir gece yazmadığı, yazamadığı için pişman. O pişmanlık çekingenliğini katmerlendiriyor, ilk defa yapılan iş görüşmesi korkusu kaplıyor içini. Kalemin sivri ucuna, kalemtıraşın jiletine, kâğıdın insanın parmağını kesen yırtıcılığına gözleri kayıyor. Bir asker, bir katil ya da ruh hastası gibi onu dikizlediklerini, taarruza hazır pusuya yattıklarını düşünüp iyice ürküyor. Kapının aralığından bir kez daha bakıyor. Yok, hayır işte ordalar, mışıl mışıl uyuyorlar masanın üstünde, yazarın gelip kendilerini “uyandırmasını” bekliyorlar. Rahatlıyor, odaya girer girmez eli istekli bir sabırsızlıkla kurşun kaleme gidiyor.


Sinem Meral

11 Haziran 2008 Çarşamba

Bir Daha

Biraz sonra saat 8 olacak ve o zaman çok geç olacak. 12ye 4 saat kalmış olacak ve, zaman 1de olduğu gibi yavaş akmayacak.

Her saniye beni daha çok değiştirecek; moralimi bozması bu dünyanın, kolaylaşacak.

Her saniye seni daha çok özletecek bana, her saatbaşı elimi telefona uzatacak, ve saatbaşlarını 1 geçe; vazgeçirip aramaktan seni, binbir oyunla beni,,, ağlatacak.

Dünyada hiçbir şeyi ellemeden, rahatsız etmeden hatta, kimsenin ruhu duymadan geçip gidecek bu deprem. Saat 12 olacak ve bir diğer gün gelecek. Uykum gelecek sonra, rüyalar peşinden. Tüm bunlar bittiğinde, her saatin 360 dercelik turu gibi başlayacak yine gündüz. Saat her gün 8e yaklaşacak. Her deprem biraz daha yıkacak. Ama asla, asla yok olmayacak hiçbir parçam, herşey virane kalacak sonsuza kadar, dışı sağlam.

Oysa şimdi, bu kabusa yarım saatim varken, her şey çok iyi. Gün aydınlık daha, dışarıdan top oynayan çocukların bağırışları geliyor. Kimisi susmak bilmiyor, kulak tırmalıyor ama neşe insanı en fazla ne kadar rahatsız edebilir ki?

2 saat öncesi.. ya da 3, her şey şimdiden çok daha güzeldi. 8e çok vardı daha, saatler vardı. Tıpkı şimdiden mayısa çok olduğu gibi.

Yeniden başlayıp biten her gün bizi - ayrı ayrı ama aynı anda-Mayıs'a yaklaştıracak. Alt tarafı 12 aydan biri ama diğer onbirinin hiçbirine benzemiyor. Bir de Mayısın saat 8leri... 3er 5er geçiyor günler saatler, sanki ömürden ömür gidiyor.

Bu işkence ancak günden gün çıkarmakla, yıldan yıl çıkarmakla biter. Ya da seni unutmakla... Oradan hangisi daha kolay görünüyor?