19 Mart 2008 Çarşamba

Her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ve olanlar size sıradan şeylermiş gibi geliyor.


ŞAFAKTA VERİLMİŞ SÖZÜM VARDI - ROMAIN GARY

Sevginin bin bir türü var. Bu türler kendi başına saf ve katıksız da değil. İnsanın egoları, ihtirasları, kibri, doyumsuzlukları ve bastırılmış duygularıyla birlikte kombine olup her insanda farklı farklı farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Eskiden çok eskiden sevginin sadece sevmek olduğunu sanırdım. Yani şefkat, ilgi, hediyeler, güzel sözler, olumlu düşünceler, bir masal evi… Fakat büyüdükçe ya da büyüdüğümü kabullenmek zorunda kaldıkça, aslında insana dair her şeyin bir sevgi göstergesi olduğunu gördüm. Bana bağırıp kızıyordu gerçekte hedef kendisiydi; ben varlığımla içindeki kızgınlığı ve öfkeyi bir şekilde ortaya çıkarıyordum. Beni aramıyor sormuyordu; çünkü ben varlığımla ona sana ‘sana ihtiyacım yok, hiçte olmadı’ mesajını veriyordum. Aslında vermek istediğim mesaj ‘Beni hiç bırakmaydı’. Bunların ve diğer durumların hepsi özünde bir sevgi çağrısıydı. Peki saf bir sevgi olabilir miydi? Sadece sevmek için sevmek, sadece karşımızdakinin varlığıyla var olmak, bunu çekinmeden utanmadan ilan edebilmek. Ben bunu Romain Gary’nin ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ isimli kitabında buldum.

Romain Gary’nin, kendi adıyla ve Emile Ajar takma adıyla yazdığı bütün kitaplarını okumuşum gibi geliyor. Fakat ‘Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ isimli kitabının dışında hiçbir romanının konusunu kendi hafızamda yakalayamadım. Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı isimli kitabı, ilk lise yıllarımda okudum gibi geliyor. Aslında çok az kitabı birden fazla okumuşumdur. Ve bu okumalar hep bilinçli olmuştur. Ama bu kitabı ikinci kere okumam çok tesadüfi oldu. Üniversiteydim. Evde canım sıkılıyordu. Ağabeyimin kütüphanesini karıştırırken kitabın ismi dikkatimi çekti, okudum. Bu iki okumamda yaşananlar bana çok uzak gibi gelmesine rağmen Romain Gary’nin çocuksu anlatımı ve küçük yaşlardan itibaren oluşturduğu yaşam felsefesi beni fethetmişti. Biraz da umut vermişti bana, adam her şeye rağmen hayallerini gerçekleştirmişti. Dünyaya meydan okumuştu ve istediğini, almıştı. Peki bu onun kendi seçimimi miydi? Peki, artık Romain Gary mutlu ama çok mu mutluydu? İşte bu noktada ilk paragrafta yazdıklarım aklıma geldi. Romain Gary cevabını kitabının 27. sayfasında veriyor aslında:

‘Böylesine genç, böylesine küçükken, bu kadar çok sevilmek hiç iyi bir şey değil. İnsanda kötü alışkanlıklara yol açıyor. Her şeyi yaşadığınızı sanıyorsunuz. Her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ve olanlar size sıradan şeylermiş gibi geliyor. Gözünüzü daha yukarı dikiyor, doyumsuz oluyorsunuz. Gözlüyor, umut ediyor bekliyorsunuz. Böyle bir anne sevgisiyle donanınca, hayat, size daha çocukluğunuzun şafağında bazı şeyler üzerine yemin ettiriyor ve bu yemini tutamıyorsunuz. Sonunda hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyden tat almayan bir adam durumuna geliyorsunuz. Bir yandan eliniz kolunuz bağlanıyor, öte yandan büyük bir vicdan azabına kapılıyorsunuz. Sonra sokağa atılmış bir köpek yavrusu gibi, gidip annenizin mezarına kapanıyorsunuz. Bir daha yapmayacağım, bir daha asla yapmayacağım, kesinlikle bir daha yapmayacağım…’

Annesi onu o kadar çok ama o kadar çok sevmiş ki Romain’e her şeyin en güzelini ve en iyisine layık görmüş. Mutluluğun anahtarını bu sanıyormuş belki bir anne olarak. Onca yoksulluğunun içinde, babası belli olmayan gayri meşru çocuğunu toplumda saygı değer ve seçkin kılabilirse eğer Romain mutlu olacaktı. Onca acının içinde Romain’i, asi ruhu ve zengin hayalleriyle tek başına var eden tapılası bir anne. Yazarken bile gözlerim doluyor.

Romain Gary, annesini öyle çok ama öyle çok sevmiş ki onun hayallerini ve umutlarının içinde varolmayı seçmiş hayatının sonuna kadar. Yazar kitabın başından sonuna kadar annesinin dünyasını anlatıyor. Kendisi her bölümde, her anda sadece oyuncu. Bunu sayfa 37 şu cümleleriyle çok net ifade ediyor ‘Annesinin anlattığı masallara bunca yılın ardından bağlı kalabilmiş, yeryüzündeki az bulunur insanlardan biri herhalde benim.’

Bu noktada benim hayatımda Romain Gary’le sanki kesişiyor. Ya da yazara duyduğum platonik aşk dolayısıyla ben hayatımı ona benzetmeye zorluyorum. Kitabı üçüncü okumam 1997 yazıydı. Babam daha yeni ölmüştü. Ben kitabın her sayfasında hıçkırıklara boğuldum. Sonunda halen daha üç dört topu havada aynı çevirmeye çalıştığını okuyunca rahatladım. Halen daha mücadele ediyor ve dünyasını koruyordu. Ben de vazgeçmeyeceğim dedim. Ama sonra Romain Gary’nin intihar etmiş olduğunu öğrenince kitaptan kurtulmak istedim. Birisine verdim. Ama birisine kitap hediye etmeyi düşündüğüme hep bu kitabı aldım. Sanırım 2008 Mart ayında artık bu kitabı yeniden okumaya hazırdım. Bu yüzden de şu anda böyle bir ödev yazısı yazıyorum. Kitabı henüz bitiremedim. Aslında gönlüm kitabı baştan sona okuyup Romain Gary’nin çocuksu düşünce biçiminde yaptığım keşifleri paylaşmak isterdi. Ama sadece okuduğum yere kadar olanları paylaşabileceğim.

Romain Gary’nin annesi bir gün komşularına kızdı ve ‘Tahtakuruları, pis burjuvalar! Siz kiminle konuşmak onuruna eriştiğinizi biliyor musunuz? Benim oğlum Fransa Büyükelçisi olacak, Legion d’honneur nişanı alacak. Onun üstüne tiyatro yazarı tanımayacaksınız…’ dedi. Sonrasını şöyle anlatıyor yazar ‘Tahtakurularının ve burjuvaların arka arkaya patlayan kocaman kahkahaları hala kulaklarımda.’ Romain Gary, büyünce annesinin dediklerinin hepsini gerçekleştirdi. O gün hakkındaki yorumu ise çok net ‘Ve bugün iyice biliyorum ki, insanoğlu, asla gülünç duruma düşürülemeyecek kadar onurlu bir yaratıktır.’. Halen daha annesinin küçüklüğünde yaşadığı acıyı dindirebilmek için uğraştığı çok açık. Ya da hayal kırıklığına uğramış, yenilmiş, dışarıda kalmış tüm insanlığı avutmak istiyor. Bireyin topluma karşı sosyal bir özellik olması durumunu yok sayıyor. Onur, insanın kendi dünyasında kendine karşı veya en çok sevdiklerine karşı bir duruş olarak tanımlanıyor.

Annesine olan derin sevgisini ve bağlılığını ifade ederken, psikologların klişeleşmiş düşünce ve kalıplarından kendisini koruyor. Bazı insanların onun bu derin bağlılığını bastırılmış cinsellik olarak yorumlayabileceğini düşündüğü için sayfa 62’de şu satırları yazıyor: …Anaların çocuklarıyla sevişmesinin hiçbir zaman yanında olmadım. Ama yine de şunu da diyorum: Bu, yaşadığımız bunca rezilliğin içinde çok masum bir suç olarak kalır. Anaların çocuklarıyla yatmaya düşkün olması, bana Hiroşima’dan, Buckenwald’dan, idam mangalarından ve polis işkencesinden, teröründen çok daha kabul edilebilir görünüyor…’

Ardından kitabını yazma amacını da şu satırlarla iyice netleştiriyor: ‘Benim bu öyküyü anlatmaya iten şey, sevgimin kardeşçe, herkes için ortak olan ve hemen tanımlanabilir niteliğiydi. Bunu belirtmek zorundayım: Yaşayan ve ölen canlılar analarını nasıl sevdilerse, ben de annemi öyle sevdim; ne daha çok, ne daha az, ne de başka türlü. Dünyayı düzeltip doğrulttuktan sonra onun ayaklarına serivereceğim konusunda kendime söz vermiştim….’

Aslında sevdiğimiz ister bir kişi, ister bir nesne ya da hiç akla gelmeyecek başka bir şey olsa da, eğer içinde hakikat ve samimiyet varsa, dünyada, uzayda ve bildiklerimiz dışındaki her şeyle bir yolunu bulup bütünleşiyor. Sonuçta her şey bir oluyor. Romain Gary, yazısının devamında bunu şu cümlelerle ifade ediyor: ‘Bu gencecik özlemin yalnızca ona, anneme yönelik olmadığını anlıyorum düşündükçe…Uğrunda yemin ettiğim, gerçekleştirmek için söz verdiğim şey, sevdiğim tek bir kadının talihini değil, tüm bir insanlığın alın yazısını değiştirmeye çalışmaktı. Onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktı.’

Dünyadaki tüm acıları ve mutlulukları bir ömürde yaşamış olan Romain Gary’nin, annesini unutmak hatıralarında varolan annesiyle yaşamayı seçtiğini düşünüyorum. Bu onun annesini yaşatma biçimiydi. Unutmak belki acılarını dindirirdi ama annesini kaybederdi. Saf bir sevgi, katıksız ve çıkarsız gibi geliyor bana… Fakat yine de intihar etmiş olması beni çok üzüyor.



AYŞE AY

Hiç yorum yok: