29 Mayıs 2008 Perşembe

EL BACASI


Her gün, aynı rahatsızlığı tekrar tekrar yaşıyorum.Balık istifi gibi doluştuğumuz otobüste, başka seçeneğim de yok ki. Sağa da dönsem sola da dönsem hep aynı koku. Şu iğrenç, yanmış kömürle karışık, bilumum çöp kokusuna benzeyen, sigara kokusu işte…Çoğu genç olan yolcuların, ceplerinden sigaraları, çakmakları görünüyor üstelik. Durun bakalım durun, gelen yasaklarla daha ne kadar içebileceksiniz? Daha şimdiden, birçok kişi ceza ödemek zorunda kaldı bile. Hoş, getirilen yasakların mantıksızlığı da ayrı konu zaten. Anlaşılan, fazla hesap kitap yapılmadan, aceleyle karar verilmiş.

Düşünüyorum da insan bile bile, bu kadar zararlı maddeleri içeren bir şeyi nasıl içer? Kendini cezalandırmak için mi yoksa onun verdiği geçici rahatlık duygusu için mi? Kim bilir, hepsinin yaşamları nasıldır? Şu aynı yere tutunduğum, elinde kitapları olan genç, sınav kaygılarından dolayı mı içiyor? Onun arkasındaki orta yaşlı bey, iş yerinde hak ettiği yere gelemiyor da sinirden mi içiyor? Ötedeki şık giyimli, sarışın genç kız, birileri büyüdüğünü anlasın diye mi içiyor? Ya bir öndeki koltukta oturan saçı başı dağınık kadın, ayrıldığı kocasının baskısından, hala kurtulamadığı için mi sigaraya dayanıyor?

Sorun ne olursa olsun, yine de böyle, zararı yüzde bin ispatlanmış bir şeyden, medet ummak biraz kolaycılık gibi geliyor bana. Öyle ya sıkıntıları, stresi, monotonluğu, boşluğu bilmem kaç zamanda yenip rahatlamak mı kolay, yoksa bir nefesiyle sadece 5-10 saniye de rahatlamak mı? Oysa ki, o rahatlama duygusunun zor da olsa doğal yollarla alınması gerekmez mi? Spor yaparak, iş, okul ya da evin dışında farklı ve dinlendirici bir durumun içinde bizzat olarak...Mümkün olduğunca boşlukları işe yarar bir şeylerle doldurarak…Gerçi ben de ne zamandan beri sabahları yürüyüş yapmayı düşünüyorum ama nedense bir türlü uygulamaya koyamıyorum. Millet olarak, bizde eyleme geçememe sorunu var herhalde. Yürüyüş yapamıyorum ama sigara da içmiyorum sonuçta.

İlk sigara deneyimimi, sanırım lise yıllarında yaşadım. Çoktan tiryaki olan bir arkadaşım, zorla bana da içirmişti ve nedense hiç sevmemiştim. Ağzımın tadı bir garip olmuştu. Üniversite yıllarımda da hem kilo almamak, hem de biraz daha karizmatik görünmek için birkaç kez denemiştim ama her seferinde dumandan boğulmuştum. Belki de kişilik olarak, bağımlılığın hiçbir türünü sevmediğimden, alışamadım bir türlü sigaraya.

Fransa büyük elçisi Jean NİCOT, 1560 yılında, şifa olarak Fransa sarayına getirdiği tütünün, ilerde, birçok hastalığa ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olacağını bilseydi, daha getirmeden yok ederdi herhalde.Hele ki, sigaradaki zehirli maddenin kendi adıyla anılması (NİKOTİN ), kesin mezarda adamın kemiklerinin sızlanmasına sebep oluyordur.

Hatırlıyorum da bir dönem, şehirlerarası otobüslerde püfür püfür sigara içilirdi. O zamanlar otobüslerde sigara içilmemesi bir hayaldi. Öyle ya da böyle insanlar bir şekilde kurallara uydu ve bugün toplu taşıtlarda yüzde doksan sigara içilmiyor. İleride de geri kalan yerlerde içilmemesi, neden sağlanmasın?

Az gelişmişlik ve ileri ülkelerin sömürüsü, ticari ve reklam stratejileri, kurallar, yasaklar ve para cezaları…Hepsi bir yana, insan hayatı bir yana…

… Ben sigara dumanının altında
Yana yana en sonunda kül oldum
Sen kibritin hiç yanmayan ucunda
Birinin hayatından geçmiş oldun…
(Şebnem Ferah)



30.05.2008

24 Mayıs 2008 Cumartesi

MAVİ KONVERS VE TOPUKLU AYAKKABI


Hayata okkalı bir yumruk indirmedikçe onun döngüselliğini kabul edeceksin. Nasıl mı? Anlatayım. Çok sinirli olduğun bir gün rutin toplantılardan birine yetişeceksindir. Arabandan inip bir kaç metre yol almışken bir “çat” sesiyle irkilirsin; son moda topuklu ayakkabının topuğu senin sinirli adımlarına daha fazla dayanamayarak kırılmıştır. Küfredemezsin; çünkü küfür bilmezsin, dublaj Türkçenle “Aman Tanrım!” deyiverirsin. Olayı toparlamaya çalışırken gözün, tam önünden geçen mavi konverslere takılır. O kadar rahat olmak, rahatça yürüyebilmek için neler veremeyeceğini düşünürsün; gözünün önüne şiş ayakların, sızlayan ayak topukların gelir. Yeni aldığın kahverengi takımına uygun bir çift topuklu ayakkabı alman uzun sürmez. Ne var ki toplantıya geç kalmışsındır, homurdanmalar ve sitemli bakışlarla karşılanır ama hiçbirine aldırmazsın.

Eve yorgun argın döndüğünde kapıyı iki cüce açar, “anne, anne” diye viyaklayarak eteğine yapışırlar. Enti püften birkaç şeyden ötürü gündelikçi kızı az biraz payladıktan sonra - ki yapılmalı, adettendir- çocuklarınla “kaliteli vakit” geçirmeye başlarsın.1 saat sonra (erkek) baba çıkagelir. Gecenin ilerleyen saatlerinde evin her elemanı kendilerine ayrılmış odalara/mağaralara çekilirken sen mavi konverslerin şimdi nerede, ne yaptığını düşünürsün.

Mavi konversler bir sokağa sapmış, kendi gibi başka konverslerle bir yerde toplanmıştır. İstikamet her gece takıldıkları malum underground mekandır. Mavi konvers epey içmiş ve dans ederek kendinden geçmiştir. Çevresini onu iyi eden, kendinden geçiren, ona cesaret veren tatlı bir pus sarmıştır. Kiminle dans ettiğini, bir dakika sonra kiminle öpüştüğünü bilemeyeceği, sevdiği türden bir pustur bu.

Sen ise yataktasın, uzanmışsın. Uyuyamıyorsun; çünkü yanındaki erkek (baba) seninle sevişmek istiyor. Daha doğrusu boşalmaya uğraşıyor. (Baba) Erkek yatakta sessizce -ve aslında azımsanmayacak bir süreden beri ümitsizce- üzerinde gidip gelirken sen mavi konversleri düşünüyorsun. Senin farkında bile olmayan konversler simdi hiç bilmediği bir evde, hiç bilmediği bir yatakta, hiç bilmediği bir erkekle sevişiyor mu, bundan zevk alıyor mu gibi anlamsız ama bir o kadar da anlamlı sorular zihnini tırmalıyor. Konversler ise ona yabancı bir yatakta, hiç tanımadığı bir bedenle beraber sıvılar, uyuşturucular, beyazlar, kırmızılar âleminde; orada yüzmekte, uçmakta, uyumakta, bağırmakta…

Ama hayat bu topuklu ayakkabı… Birkaç yıl sonra, “iyi müdür, iyi anne, iyi eş” sıralamasında basamak atlamışsındır öyle ki işe alınacaklara sen karar vermeye başlamışsındır. Kapın çalınır, içeriye mülakat yapacağın aday girer. Genç bir kızdır bu; topuklu ayakkabısı ve siyah eteğiyle uygunluk testinden geçer. Cv’sini eline alıp incelerken karşında yıllar önce bir iki günlüğüne de olsa imrendiğin mavi konverslerin durduğunu bilmezsin. Kızı beğenir ve işe alırsın. Giyim kurallarına harfiyen uyulacağını hatırlatırken kızın topuklu ayakkabılarını oldukça şık bulursun.

…Bulursun elbette, mavi konverslere yoğunluktan biraz kafanı kaldırmak, nefes almak için özendiğini bilemeyecek kadar saf değilim. Eline fırsat geçse, mesela hemen bugün, her şeyi bırakacak özgürlüğün olsa topuklu ayakkabılarından vazgeçeceğin filan yok senin, sadece hesap vermediğin, sorumluluk almadığın zamanlarını özledin; çünkü senin de mavi konverslerin oldu ve konverslerin bir gün öleceğini, yerini topuklu ayakkabıya bırakacağını bilerek giydin onları. Hatta biraz daha ileri gitmek istiyorum; çünkü ne yalan söyleyeyim sinirime dokunuyorsun: Mavi konversli günlerinde bir gün topuklu ayakkabıya geçeceğini bildiğini “bilmiyordun”, takmıyordun çünkü bu mevzuları. Ne zaman ki ilk iş görüşmene gittin, şimdi karşında duran kız gibi topukluları ilk ne zaman giydin, işte o dakka her şeyi bal gibi bildiğini “fark ettin”. İçinin hiç eşelemediğin yerinde birilerinin göstere göstere devasa bir kent inşa ettiğini “niyeyse” o zaman anladın. Anlayınca ne yaptın, isyan mı ettin, içindeki bu izinsiz inşaatı yıkmaya mı çalıştın? Yo, hayır kılın kıpırdamadı. Arada bir boğulmayı, “nefes almak istiyorum” diyip sızlanmayı, kocanla geçirdiğin mutsuz sevişme seanslarında kafanı ıvır zıvırla meşgul etmeyi bu hayatın kuralı saydın. Hâlbuki her şey daha faklı olabilirdi. Seni suçlarcasına değil ama doğruluğundan emin olarak şöyle demek isterim kart topuklu ayakkabı: Hayata okkalı bir yumruk atmadığın için mavi konverslerden topuklu ayakkabıya geçişleri “terfi” olarak algılıyorsun ve sen okkalı bir yumruk atmadıkça hayatın döngüselliğinde boğulacaksın, buna yazılısın, bilesin!

Sinem Meral

KONSERDE


Klasik müziğin insana ilham vermesi demek ki gerçekmiş. Düşüncelere gark etti bu akşam beni müzik. Çok hoş şeyler düşündürmedi gerçi, burada bir hata olabilir. Sanat kişiye mutluluk veren, zevk veren bir şey olmalı derler ama, kişi baştan sona sırf kasvetse o zaman müziğin, sanatın elinden hiçbir şey gelmemesi de ayrı bir gerçek.

Bu yetenek, insanın dogumundan beri içinde durup keşfedilmeyi bekleyen sonra da şelale gibi çağlayarak akan yetenek... neden vardır? Niye herkeste aynı değil? Belirleyici olan nedir?

Seni çaldıran, beni yazdıran, onu çizdiren, bir başkasını melodilerle düşündüren...

Seni benden, beni ondan, onu diğerlerinden farklı kılan bu garip enerji; belki de senin, benim ve onun kalan herkesten fazlasıyla değil eksiğiyle ilişkili.

En zayıf noktadan kendine bir yol bulup akmaya başlayan şelale... En zayıf noktadan. O noktayı kapamak, gizlemek istercesine ama, bir yandan da hızıyla, coşkusuyla onu dünya aleme duyurarak...

Belki de hepimizi aynı kılmaya çalışıyordur. Eksikleri böylece kapamayı uygun bulmuştur ve eşitliğe varmaya çalışıyordur.

Şimdi, bulursam bu suyun kaynağını, tıkamak ister miyim sızıntı yapan yeri?

Tanrı’nın, dünyanın, kaderin ya da ne derseniz onun, üzerimize attığı kezzabın yara izlerinde açan güller.

Belki de Tanrı kendinden bize parçalar verdiği anda pişman olmuştur ve her parçasının bizde acılardan zuhur etmesiyle öç alıyordur.

Acıttıkça yenilenen, yenilendikçe mutlu kılan ve böylece sürüp giden bir yol. Sanat, hoş şeyler yaşatmak için çıkmaz. Nahoşluktan kaynak alır, herkese kasveti anlatır. Bunu anlattıkça anlamlıdır.

15 Mayıs 2008 Perşembe

‘ER’KEN YAŞLANMIŞ ‘TEZ’ CANLI KADIN


‘ER’KEN YAŞLANMIŞ ‘TEZ’ CANLI KADIN


Bir kadın doğuruyor; bilinci açık, kıvrımlı beyni zorlanmış. Yeni doğanla kordan bağı kesilmemiş, ‘doğan’ın yüzeyi sıcak, ılıklık bize kadar geliyor. Geldiği rahme minnettar bu ‘bebek’ düşünce ilk avazının tuhaflığıyla bizi sarsıyor, görünüşü de hem hayranlık hem de tedirginlik saçan cinsten. Bir tarafta mütereddit ruhumuzun bebeğin serpilmesini ve bilinmez geleceğini öğrenmeyi deli gibi istemesi diğer yanda büyük, hormonlu bir garabetin başa bela olacağına dair önüne geçilemez endişe… Hangisi galebe çalarsa çalsın doğanın akışı söz dinlemez: Onun zamanı geldiğinde ağzından dökülür “ben buradayım”lar… Doğuranın adı dipsiz kuyu gözlü, o erken yaşlanmış tez canlı kadın Tezer Özlü ve yeni doğan bebekleri de sırasıyla “Eski Bahçe Eski Sevgi” “Çocukluğun Soğuk Geceleri” ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk”tur. Ve anne her doğumda aynı şeyleri yaşar ve yaşatır, hiç sektirmeden.


Eğer özdeşleşmenin temelinde karakterden sadece okuyucuya ait parçalar bulmak, kendine ait kırıntılar toplamak değil de ‘feyz almak’ ve ‘karakter vurgusuyla hipnotize olmak’ da yatıyorsa benim özdeş kadın karakterim gözü kapalı Tezer Özlü’dür. Tezer Özlü sadece bir yazar değil aynı zamanda, belki de daha çok, kitaplarının ana karakteridir. O hep kendisini anlatır, dünyada en iyi tanıdığı kişiyi…Kendini.

Gerek “Çocukluğun Soğuk Geceleri”nin gerek “Yaşamın Ucuna Yolculuk”unun savrulmuş, daimi kaçmayı kendine kılavuz bellemiş kadın karakteri gerçekten unutulmazdır. Tezer Özlü’nün otobiyografik ağırlıklı kitaplarında karakterlerin adı yoktur, olanlara da bir şifre uydurmuştur. Derdi yan kişilerden yola çıkıp kendisini anlamamız değildir; o kendisini apaçık ortaya koyar, öyle şeffaftır ki adeta edebi bir teşhircidir. İster ki bir müddet sonra ona Tezer Özlü değil sadece Tezer diyelim, hatta tezer. Örneğin, çocukluğunda sistemle barışık haylaz çocuk olmaktansa içine kapanık, gözlemci, tuhaf çocuk olmayı yeğlediğini anlatır. Kafasına eseni yapar; 18’inde evi terk eder, otostop yaparak Avrupa’yı dolaşır, 20’sinde iyi tanımadığı bir adamla evlenir. Bu evlilik onun ruhsal dengelerini alt üst eder ve akıl hastanesinde şok üstüne şok yer. Sonra yeni bir evlilik, annelik, yazı, ayrılık ve aldatmalardan sonra gönüllü sürgünlük, olgun yazı, kaçış ve kaçınılmaz son gelir. Ama hep yazı vardır yanında, inadına yazı vardır. Yazı Tezer’in bırakmadığı ya da onun peşini bırakmayan yeleli bir hayalet, cennet vaadi ya da günah çıkarma ayinidir… Ve yolculuklar; bitmeyen, tükenmeyen yolculuk sevdasıyla iç içe geçmiştir yazı.

Şoklarla silikleşip eprimiş belleğini onarmak, hücrelerini yenilemek istercesine yazar ve okur. Hiç bilinmeyen yazarların, yeni hikâyelerin avcılığını yapar seve seve. Buhranlı ve bunalımlı dili çokça onu okuyucudan ayıran bir bıçak gibi algılansa da aksine bu, okuyucunun tüm ‘açık’ yerlerinden sızarak ona nüfuz etme biçimidir. Ağzından, burnundan, kulağından ve makatından girer okuyucunun ve buralardan derin bir felsefi sadelikle yükselerek beynine ulaşır.

Doğurdukça güzelleşir ama doğum sancısına katlanması zordur; çünkü Tezer ne yol kenarında bitmiş otlarla ilgilidir ne de pembe panjurlu kurgu hikâyelerle; üstümüze doğru 200 km hızla gelen yük kamyonunun bizi paramparça edişini önceden görür; engellemek için uğraşmaz, vahşete tanıklık edip bunu ‘özgün diliyle’ aktarır. Yazdıkları ne romandır ne de hikâye; o bir şeyi ‘bir şey oldurma’ kaygısı olmadan anlatanlardandır. Bu onun marifeti veya uzun geceler boyu tasarladığı biricik edebi planı değildir; öyledir Tezer, bunlar içinden gelip dışına taşanlardır. Bu kategori dışı halinden dolayı yazdıklarına ‘anlatı’ denmiştir.

Şok yemeden şok yemenin nasıl bir şey olduğunu hissedebildiğim, aklını kaçırmaya ramak kalmanın, küçük burjuva bir aileye sahip olmanın ne demek olduğunu daha iyi algılayamayacağım ve hiç tanımadığım, bir daha da karşılaşmayacağım biriyle sevişmenin otomatikliğinin ve yalnızlaştırıcılığının ne mene bir şey olduğunu daha iyi kavrayamayacağım için sadece Tezer’in bir okuru olarak kalmak istemem, bizzat kendisi olmak isterim. O benim olmak istediğim kadın karakterdir, bir yazardan öte…

Sinem Hun

10 Mayıs 2008 Cumartesi


SU GİBİ OLABİLMEK

Yıllar önce bir yaz gecesi canım çok sıkkındı. Kendimi çok kötü hissediyordum. Dışarı çıktım. Arkadaşların takıldığı bir barda aldım soluğu. Hiç kimsenin yanına gitmeden bara geçip oturdum. Kalabalıkların içinde olmak ama hiç kimselerle konuşmamak istiyordum. Bir süre sonra yanıma yıllardır tanıştığımız ama çok da özel meseleleri konuşmadığımız bir arkadaşım geldi oturdu. İster istemez ‘Merhaba’ dedim. O benim gözlerimin taa içine baktı. ‘Su gibi olabilir misin?’ dedi. Şaşırdım. Düşünmeden ‘Evet, ne var ki bunda.’ diyerek kestirip attım. Elinde bir su bardağı vardı. İşaret parmağını suyun içine soktu ve çıkardı. ‘Böyle olabilir misin?’ dedi. Parmağın değip çıktığı noktadan ufak ufak halkalar oluştu ve sonra yok oldu. Bardağın içindeki su yine aslına döndü. Anlamadan baktım ve ‘Evet’ dedim. ‘Eğer su gibi olsaydın şu anda bu kadar kötü görünmezdin.’ dedi.

O günden sonra hep su gibi olmanın yollarını düşündüm. Aslında su her derdin devasıydı. Yaşadığım olumsuz deneyimlerde sakin ve dingin bir göl. Hedeflerim için çaba sarf ederken coşkun bir deniz. Mücadele ederken fırtınalı bir deniz. Aşıkken bir şelale; örneğin Manavgat şelalesi. Dostluklarımda bir nehir. Dünya barışı için yeraltının derinliklerinden çıkan şifalı su. Bütün mutsuz, evsiz, kimsesiz çocuklar için bir okyanus. Çaresizler ve dertliler için bir kuyu suyu. Yoksullar için yağmur. Açlar için kar. Zalimler için dolu. Hırsızlar, yalancılar ve kendini bilmezler için kloraklı çeşme suyu. Suçlular için bol tazyikli su. Zayıflamak için bol su. Sağlıklı olmak için bol su. Yemek yapmak için su. Yani her yerde, her durumda, her şarta uygun su. Ne demiş şair ‘Hava bedava, su bedava…’

Yıllarca her ne olursa olsun bir su gibi olabilmeyi çalıştım. Ama bir şeyler hep eksik gibiydi. Su gibi olduğumda huzurlu ve sakin olmam gerekirken, ben karamsar ve sıkıntılı hissediyordum. Her şey üstüme üstüme geliyordu. Çünkü ben okyanus, nehir, göl olmayı çalışırken bir şeyi unutmuştum. Kendimi unutmuştum, benim bedenim de yüzde yetmiş sudan oluşuyordu.Ve yine o değerli ben, onu olumsuz düşüncelerim, karamsarlıklarım ve korkularımla besliyordum. Aslında hep su gibiydim ama düşüncelerimle suyu karartıyordum. Bu yüzden hep kara göl, kara okyanus, vs oluyordum. Olumlu düşünmeye başladığım günden itibaren bedenimin rengi aydınlandı. Suyun rengi değişti.

Artık güneşe ulaşıp buharlaşma zamanı….

7 Mayıs 2008 Çarşamba

7 notaya 7 renk


DO:
Akşamdan kalan kırmızı bir gül şifonyerin üstünde…Bir not iliştirilmiş yanına…Kısa, kesik bir son: “elveda” .
RE:
Bahar , yeşile boyamıştı dağın eteklerini…ve yeşil, can bulmuştu filizle…
Mİ:
Göğe bakıp gülümsedikçe güneşin rengi yansıdı yaprağına…Sevinçle sarı sarı açıldı ayçiçeği sabahın ilk ışıklarında…
FA:
Huzura doğru yolculuk turkuaz denizlerde…
SOL:
Bulutlarından sıyrılmış masmavi gökyüzünde ufuklara kanat çırpıyordu martı…
LA:
Mor bir gecelik üstünde,cazibesini de yanına almış aşkını bekliyordu gecenin büyüsünde…
Sİ:
Neşeli turuncu bir kelebek, çiçek sanıp kondu küçük kızın lülelerine…

U.V.E.Y'ler bu ay trendsetter'da!

Mayıs 2002'de yayın hayatına başlayan TRENDSETTER magazin bu ay 7. yılını tamamladı dolayısıyla AKILFİKİR bölümünde 7 konulu yazılara yer verdi. U.V.E.Y olarak bu çalışmada 2/3 oranında yer aldık. 2 fire verdik ama onları da zaten bahar çarpmıştı. Kışta kalanlar hala kışı yaşayanlarsa 7 pare top attılar TS'da!
TS'ın 7. yaşını kutluyoruz.

Yaratıcı dünyaların platformu

Trendsetter, "yaratıcı dünyaların platformu" alt başlığıyla altı yıldır yayınlanan aylık, bağımsız, multidisipliner bir tasarım dergisidir. Ağırlıklı olarak moda, grafik, fotograf, mimari ve endüstriyel tasarım konusunda çalışan yaratıcıların işleri ve/veya ürünleriyle görünürlük kazanmasını ve aralarında bir sinerji yaratılmasını amaçlayan dergide, dünyada bu alanlarda gelişmekte olan trendlere, başarılı işler çıkartan uluslararası tasarımcıların iş ve bakış açılarına, marka öykülerine, çarpıcı ve benzerlerinden ayrışan moda ve güzellik çekimlerine, yurttan ve dünyadan yarışma, sergi, etkinlik haberlerine yer veriliyor.

Üniseks olarak kurgulanan ve bilinçli bir şekilde magazinden uzak duran dergi, zengin görsel içeriği ve kaliteli baskısı ve kâğıdıyla, Türkiye'de bağımsız dergiciliğin ilk ve en başarılı örneklerinden biridir.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

ÇEKMECE


Küçülüverdim dün (gece). Kaçtım kaç yaşıma indim hatırlamıyorum bile. Hayal meyal; seslerim, sözlerim düğümlenip kaldı boğazımda, gözyaşlarım içime aktı sanki. Kollarımı sardım bedenime, çoook çok üşüdüm, sen yoktun. Dizlerimi de çektim karnıma, katlandım sığdım ufacık çekmeceye. Senin resminin olduğu çekmeceye... Resminin yanında huzur buldum, içim geçti biraz sanki. Uyandığımda sen geleceksin sandım, yanıldım. Çok daha üzüldüm, çok daha küçüldüm. Başımı eğdim kollarımın arasına, seni diledim. Çok ağladım, duyar da gelirsin sandım. Resmin hemen yanımdaydı ama duymadın. Birkaç sözcük çıksın istedim ağzımdan, hıçkırıklarım inletti duvarları... Ufacık çekmeceden yankılandı sesim şehirde! Ama kimse duymadı. Daha da küçüldüm, üzüldükçe.. Nereye gittim bilemedim, resmindeki ağacın arkasına geçtim. Tam da gözünün önündeydim. Bana bakmadın, sanki orada yokmuşum gibi. Bağırmak istedim dön bana! diye ama sesim çıkmadı. Uyanmak istedim, gözlerim açılmadı. Dokunmak istedim ama yok oldun. Sen yoksan ben ne olurum dedim, yok oldum.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Yazı dost olsun, benden olsun diye... Günlük niyetine...


Güne dair güzel şeyler (!) 30/04/2007

Afyonum patlamadan güne başlamıştım zaten... Uykumu alamamıştım geceden...
Her Çarşamba olduğu gibi, aynı saatte hızlı hızlı çalan zil ile yatağımdan fırladım. Geç kalıyordum...

Kapıyı hoş bir şekilde açmaya çalışırken hoşnutsuz, iyice keyfi kaçmış,bembeyaz bir silüet girdi içeri, usulca kedi gibi... Geceden kalma hayalet gibiydi evime gelen kadın... Hal hatır klasiğini, nolsun diye kestirip attı önce. Benimse boşuna harcayacak vaktim yoktu, işe geç kalacaktım. Telaşımı farkedince başladı hemen konuşmaya... Zaten eve gelmeyen kocası, alkolün kurbanı olmuş trafik kazası geçirmiş. Eve sokamadığı kocasını, o ağır dert yükünü hastanaye koyup gelmiş. Yoksulluk yetmiyormuş gibi, bir de bu çile eklenince boynu iyice bükülmüş gördüm onu... “1,5 ytl için bile borçlandım” diyordu ellerini sıka sıka gözyaşlarını akıtırken... Acımaktan çok, kızıyordu kocasına... Sırf iki kız çocuğu için katlanıyordu. El aleme laf olmasın, söz olmasın diye bir çift erkek ayakkabısı koyuyordu her gün kapısının önüne... Namusu şerefi üstüne, adı orospuya çıkmasın diye bir çift erkek ayakkabı kapının önünde koca yokluğunda...“Bak, sen sağlıklı olacaksın, sen akıllı olacaksın. Asla kendini bırakma ,çocuklarının en çok sana ihtiyacı var” deyip bu dert rüzgarını dağıtmaya çalıştım. Kederi koluma takıp işe gitmek istemedim... Ama düşündüm hep bu vakte kadar...

İşe varınca da iki kahve de yetmedi afyonu patlatmaya... Sanki bile bile rölantiye almak istiyordum zamanı. Sandalye ucunda değil de şöyle gerine gerine oturup ağır ağır iş yapmak istedim. Hatta arada bir kulaklık takıp müzikle süslemek istedim zamanımı... Ama ne yazık ki vaktim olmadı... Mail ve telefon trafiği yetti arttı, tüketti beni bugün. Bütün bunların içinde de sadece bir telefon görüşmesi, beni en çok üzdü...

Karşı tarafı dinlememek şartıyla arayan müşteri, sürekli bağırarak ve tehditler savurarak beni korkuttuğunu sandı. Oysa ben cevap verebiliyordum dinlemese bile... “Bir dakika sakin olun,çözüm bulacağım, sebepleri araştıracağım. Şimdilik bunu kabul edemem” derken, yüzüme telefon kapanmadan önce, sabırlıydım... Oysa sonra iş çığrından çıkmış, aynı insan, birkaç kişiyi ve özellikle de genel müdürü ayağa kaldırmış. Beni müdüre aynı tarz ve edeple şikayet etmiş... Müşteri memnuniyeti de yalamak zihniyeti olduğundan, müdürüm hiç hak etmediğim halde topu önce bana atıp sonra da biraz kendi üstüne alıp hem benim adıma, hem şirketimiz adına “özür” dilemiş bu şerefsize... Gün içerisinde de öyle çok yalanını yakaladım ki aynı şerefsizin. Konuşamadım artık bantlıydım...

Sadece size mail yazarken dondurdum zamanı, soluk almak için... Katılaşmışım farketmeden... Ama sonradan hafifledim size yazarken...İki damla süzüldü gözümden...

Eve gelince bittim... Az kaldı gün de bitecek nasılsa... Gün ,geceye kavuşacak yeniden... Hasretim geceye... Gecenin sunduğu cennet uykulara... Gözlerimi kapatacağım ve güzel günler düşleyeceğim... Düşler rüyalarıma karışacak... Anne karnında gibi kıvrılıp eşimi koklaya koklaya uyuyacağım... Sevginin varlığı ısıtacak rüyalarımı... Uyurken mutlu olacağım biliyorum...Cenneti göreceğim henüz göç etmemişken...

Güzel şeyler bir tek rüyalarda mı kaldı?
Geceye bu yüzden mi hasretlik çekerim bilmem...

Rengin
Günün notu: Olmadı özgürlükler adına 1 mayıs İşçi Bayramına katılacağım yarın. Hakkımı aramak için... Ne yazık ki sadece yüreğimle katılacağım... Sesimi bile duyuramıyacağım çünkü konuşmak bile yasak... Hak etmek yasak... “Ben” olmak yasak... Yasaklısın... “Hiç” olmak kabul... “Çöp” olmak...

1 Mayıs 2008 Perşembe



BEDENİN YEDİ İŞARETİ

Birincisi acımasız coşkun bir şelaleydi. Akıyordu akıyordu ama bir türlü toprağa ulaşamıyordu. Çok sinirliydi, kızdıkça daha hızlı aktı. Su, taş gibi aktı. Toprağa ulaştığını sandığı anda onu delip geçti. Yeraltının en derin noktasını buldu. Acısı daha da derinleşti. Göz yaşları sel oldu, suyu daha coşkun oldu. Ama o toprağı hep delip geçti. Yıllarca toprağa küs kaldı. İhtiyarlayınca gücü azaldı ve kabullendi. Toprağı ve kendisini affetti. Tam o anda su toprağa değdi. Değdiği yer göl oldu. O mutlu oldu, dünya sevindi. Hiçbir şey için geç değildi.

İkincisi yaramaz bir su birikintisiydi. Gezip oynamayı çok severdi. İlk önce bir bardağa yerleşti küçük bir çocuğun karnından toprağa karıştı. Toprakta yeni su birikintileriyle tanıştı arkadaş oldu, kaynaştı, göl oldu. Sonra okyanus olmak istedi bir anda. Tüm gölcükler ona güldü.Çünkü onlar sınırlarının dışındaki hiçbir şeyi merak etmemişti. O farklı olduğu için önce suçluluk duydu. Kuruyup gitmek istedi.Ama merakı ve okyanus olma tutkusu daha baskındı. Hep hayal kurdu. Hep düşündü. Bir gün yakınından ince uzun bir çizgi geçip gitti. O çizgi yanı başından durmaksızın akıp durdu.
Sordu ‘Sen kimsin?’.
Çizgi dedi ‘Ben nehirim.’
‘Nereye varır bu nehrin sonu?’
‘Okyanusa’ dedi Nehir.
‘Beni de yanına al!’ dedi.
‘Ben sana gelemem, bir yolunu bul sen bana ulaş.’ dedi Nehir.
Toprağa yalvardı ‘Ne olur bana yol aç. Şu nehirle kavuşayım, ben de okyanus olayım.’
Toprak ‘Yeter ki sen iste!’ dedi.
Yer yarıldı göl nehre kavuştu. Onunla akıp gitti.
Artık o sadece bir okyanus.

Üçüncüsü sonsuzluk ormanındaki çınar ağacına sevdalı bir nehirdi. Tüm dünyayı dolaşırdı sırf onu bir an olsun görebilmek için. Aklı, fikri, ruhu hepsi onundu. Çınar ağacı habersizdi bu sevdadan,gününü gün eder, her geçen gün köklerini toprağa daha çok yayardı. Bir gün çınar ağacının kökleri nehrin kıyısına ulaştı. Ve o gün anladı Çınar ağacı aşk ne demekmiş. Bir gün ormana insanlar geldi, büyük bir ateş yaktılar ve gittiler. Çınar ağacı alevlendi. Bunu gören nehir buluta yalvardı. ‘Ne olur yağmur ol yağ üstüne. Kurtar sevdiğimi.’ Bulut isteğini kabul etti ama karşılığında nehri kendine aldı. Yağmur oldular birlikte çınar ağacının üstüne yağdılar. Çınar ağacı yeşillendi ve hiç yaprak dökmedi. Nehirle Çınar ağacı bir ömür boyu birlikte oldu.

Dördüncüsü verimli bir tarlanın tam ortasına yerleşmiş korkak bir yanardağdı. Yalnız kalmaktan korkuyordu. Korktukça midesi bulanıyor kırmızı kırmızı lavlarını kusuyor çevresini yakıp yıkıyordu. Çok korktu, çok incitti, her yeri yakıp kül etti. Verimli tarlalar çöl oldu. En sonunda kendini de kuruttu. İşte o zaman gerçekten yalnız kaldı…Asıl acı neymiş öğrendi.Ve derinliklerindeki şifalı suyu keşfetti. Bu suyla yıkadı her bir parçasını. Yıkandıkça su çoğaldı taştı yanardağın ağzından. Yanardağı çevreleyen kurak topraklar sulandı, yıkandı, şifalandı. Bahar geldi işte, çiçek açtı. Kuşlar en güzel şarkılarını söyledi.

Beşincisi kötü huylu bir Anka kuşuydu. Ötmeye başladığı anda herkes ondan kaçıyordu. Sesi inceydi ve arada çatlıyordu. Evet yanlış yazmadım o ince sesiyle konuşurken arada çatlaklar oluşuyordu. Anka kuşu şarkı söylemeyi hiç sevmezdi. O hep sinsi sinsi kötülük yapar ama inkar ederdi, yalan söylerdi, herkesi kandırırdı ve çok acımasızdı. En sonunda onu dünyadan kovdular. O da uçtu uçtu gökyüzünü aştı. Atmosfere ulaştı. Atmosferinden içinden geçip eterle bir oldu. Eter ona şarkı söylemeyi öğretti. Binbir çeşit şarkı öğrendi. Sonra dünyaya geri döndü. Hep şarkı söyledi. O şarkı söyledikçe dünya ona kucak açtı. Herkes hep onun yanında olmak istedi.

Altıncısı yeryüzüne insan gibi yaşamak için gelmiş bir melekti. Ama çok sıkıldı. Çünkü her şeyi önceden biliyordu. Hatta ve hatta isterse olayların akışını değiştirebiliyordu. Her şey çok tek düze geldi. O da göklere geri döndü. Artık sadece onu çağıran ve isteyen bazı insanlar için ziyaret ediyor dünyayı. Seçtiği insanların hepsi hüznün ne olduğunu çok iyi biliyor. Melek onların iki kaşının ortasına verici yerleştiriyor. Böylece melek gökyüzüne döndüğü zaman bile bağlantı içinde oluyorlar.

Yedinci gördüğümüz göremediğimiz her şey. Sınırlar onun varlığıyla çizilir.


AYŞE AY