11 Kasım 2008 Salı

MEÇHULE GİDEN GEMİ


2004 yılı, soğuk bir Varşova akşamı. Yerinde duramayan İtalyan konuşmacıyı herkes can kulağıyla dinliyor. Türk olanlar oldukça dikkatli, çünkü konuşmacı Türkiye’nin AB genişleme sürecindeki performansını değerlendiriyor. Konferansın sonunda, hasbıhal etmek için toplanıldığında İtalyan konuşmacı gruptan birinin Türk olduğunu öğreniyor. Adamın yorgun çehresi birden aydınlanıyor, gayet akıcı bir Türkçeyle şaşkın Türk’le sohbete başlıyor. İlk sorusu Yahya Kemal Beyatlı’yı tanıyıp tanımadığı oluyor. Türk’ün anlayamadığı bir heyecanla Beyatlı’nın Varşova büyükelçiliğinde görev yaptığını, mutlaka elçiliğe gidip odasını görmesi gerektiğini söylüyor. Türk, sohbet bittiğinde toparlanamıyor, soğuk lise kitaplarında bıraktığı “Sessiz Gemi”yi ve “Mehlika Sultan’a âşık yedi genç” diye başlayan o anlamsız şiiri yazmış Beyatlı’nın nesinin bu kadar etkileyici olduğunu bir türlü kavrayamıyor. Ta ki Beyatlı’nın izini sürerken “bulduğu”, ancak Varşova’da yazılabilecek Kar Musikileri’yle karşılaşıncaya kadar:
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı ....

“Kar Musikileri”’nin ardına gizlenmiş ve Beyatlı şiirinin imi olmuş yalnızlık ve çaresizlik duygusu bu toprağa bulanıp da bir nedenle başka diyara savrulan her gurbetçiyi etkiler; çünkü Yahya Kemal de gurbetin acı suyunu iştahla içmiş olanlardandır. Hayatının önemli duraklarına hep göç ederek varmıştır. 1884’de Üsküp, Rakofça’da Ahmed Agah olarak dünyaya gelen Yahya Kemal ailesiyle önce Selanik’e yerleşmiş; ancak babasının yeniden evlenmesini hazmedemeyip soluğu ilk önce Üsküp’te sonra İstanbul’da almış akabinde de kendisini dönemin yükselen kenti, özgürlükler şehri Paris’te bulmuştur. Bu hülyalı gencin yanında adeta bavulu gibi taşıdığı yalnızlık ve çaresizlik duygusunun olgunlaşması ve şiirsel rayihasının kıvama gelmesi için Paris onu oldukça hırpalamalı, hırpalarken de zevk vermeliydi, nitekim öyle de oldu. Paris’te geçirdiği sekiz yıl maddi ve manevi olarak oldukça çetin geçmiş; ancak tattığı entelektüel haz ve eriştiği akademik seviye onu son derece mutlu etmişti. Dönemin ünlü şairlerini ve siyasi figürlerini yakından tanımış, Avrupa’yı saran Marksist ve sosyalist damarla doğrudan tanışma imkânı bulmuştu. Bu süreçte iyi bir şairin sadece hisleriyle değil aklıyla hareket etmesi gerektiğini kavrayan Yahya Kemal tezini yazma aşamasına gelmişken 1912’de, yine kendisine yakışan ani bir kararla İstanbul’a dönmeyi seçti.

1912’lerin oldukça karmaşık, harp ve toprak kaybı haberleriyle gün geçtikçe daha çok sarsılan Osmanlı’sının Yahya Kemal’i hem boğduğunu hem de yalnızlık duygusunu hafiflettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. İstanbul Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı dersleri verip şehrin edebiyat âleminde gazete yazılarıyla tanınmaya başlanan Yahya Kemal yaşamının sonuna değin olduğu gibi “kaçar ayak” yaşamaktaydı. Çok yakın çevresine bile hem yakın hem çok uzak ve erişilmez gelen bir “tuhaf adam”dı o; avuçta durmayan kaygan bir sabun ya da yakalanamayan acemi balık.

Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Beyatlı başka bir kulvara, aslında babasından dolayı pek de yabancısı olmadığı siyaset ve bürokrasiye kaymayı seçti. Varşova, Madrid, Pakistan büyükelçiliklerinden milletvekilliğine uzanan bu macera onu şiirden koparmadı aksine uzun zamandır üzerinde çalıştığı şiirlerini yayınlatma cesareti verdi. Şiirinin içine gizlenmiş müzik, “beyaz dil”e ulaşma ülküsü, Fransız sembolistlerinin etkisini taşıyan kapalı ve hüzünlü şiirleri övgü alırken, kimi şiirlerindeki sadelik ve aşırı coşumculuk basit ve tekdüze bulunup eleştirildi. Muhafazakar-milliyetçilik kokan şiirleri onu bir kesimin gözünde modern şiir dilinin babası yaparken başka bir kesimin onunla hiç barışamamasına neden oldu.

Hayatı boyunca aile kurmamış Beyatlı son durağı Park Otel’e 1949 yılında demir attı. Oldukça yorgun “gemisi” 1 Kasım 1958’de, belki de bir “rind akşamında”, Rakofça’daki çocukluk günlerinin tatlı hatırasıyla “meçhule gitti”, aklından hiç çıkaramadığı o “dişi parsın ela gözleri” eşliğinde.


Sinem Meral

Hiç yorum yok: