14 Haziran 2008 Cumartesi

SIKINTILI YAZARIN RUH İKLİMİDEN

Parmaklar uyuşur, eller kenetlenir, ayaklar huzursuzdur durmaz durduğu yerde; çünkü beyin karıncalaşmıştır bir kere. “Sabah değil de akşam yazmaya başlayayım” der yazar içinden. Zaman aktıkça, yelkovanla akrep niyeyse daha bir hızlı dans ediyormuş gibi görünür yazarın gözüne. “Bu kadar çabuk akşam olamaz, daha okumamı bitirmedim. Neyse gece yazarım” der, böylece birkaç saati daha okuma numarası yaparak geçirecektir. Kelimeler her zamanki gibi kayar sayfada. Göz, kelimeleri, cümleleri hızlı hızlı kat eder; ama anlam bir türlü gelmez. Parçaları birleştiremez zihninde; çünkü aklı fikri gecededir. Gece yazmak gerek, son duraktır gece.


Başka çıkış yolu yoktur yazarın; ya eline kalemi alıp yazacak ya da “çok geç oldu, yarın sabah kalkıp yazayım” diyerek kendini kandıracaktır. Bu bariz bir kandırmacadır, yarının aslında yazma yükümlülüğünden kurtulmak için kendisinin uydurduğu bir “gün/zaman” olduğunu bilir; ama bir şeyi daha bilir: Bir müddet daha “yarın”la oyalanması artık mümkün değildir. Zaman daralmıştır, odaya gidip yazmalıdır.

***

Çoğu zaman yazarların “gece yazıyorum” demelerini bu sıkıntıya, yazma sıkıntısına bağlamışımdır. Bir metni, yazıyı zihninde bitirmekle kâğıda dökmek arasında dağlar kadar fark olduğunun bilincinde olan kişidir yazar; ama bir şey onu sürekli ketler. Mükemmeliyetçilik duygusu? Tembellik? Disiplinsizlik? Belki hepsi, belki de hiçbiri. Elbette bazıları gerçekten sadece gece yazıyor olabilir; ama gece aynı zamanda son kaçış noktası, yumurtanın kapıya dayandığı noktadır. Tüm acımasızlığıyla “yazma zorunluluğu” kapıyı kırarcasına dövdüğünde yazarın kapıyı açıp o garip devi içeri buyur etmekten başka çaresi yoktur. Hele o dev ertesi güne yetiştirilecek bir yazı ya da kitabevinin “kitabı bir an önce bitir” pusulasını teslim için geldiyse…

Öte yandan aklıma Sylvia Plath geliyor. Geçen yüzyılın bu önemli kadın ozanı da bir dönem aynı şeyden şikâyet etmiş, özellikle 3 çocuklu aile hayatıyla beraber eskisi gibi yazamadığından kimi yerlerde yakınmıştır. Şairdeki bu yazma sıkıntısının intiharıyla bir ilgisi yoktur demek hayli büyük bir iddia olur kanımca. Yazarın yazma sıkıntısı giderek öyle var oluşsal bir hal alır ki bu dünyada yapmaya yazılı olduğu o “mecbur” eyleme olan inancı yiter; inancı sarsılan bir mümin halidir bu hal… Hayatının merkezine sadece yazıyı koymasıyla tanımlayacağımız kimi yazarlar vardır. Kendini “yazı” dininin yörüngesinde küçük bir gezegen gibi hisseden tutkulu bir yazar için yazının dar bir ceket sıkıntısıyla hayatına çöreklenmesi gerçekten kabullenmesi zor bir durumdur. Çıkış yollarını aramak ya da o zinciri kırmak kimi kırılgan ruhlar için çetin bir sınava dönebilir. Sonu intiharlı biten yaşam öykülerinin altında yazarın yazmaya dair sıkıntısının da payı yok mudur?

Hiç başlanamayan kitaplar, hiç yazılmamış hayatlar, karakterlerle doludur yazarın kafası. Öyle ki bazen onları yazıya geçirip geçirmediğini dahi unutur. Kimi zamanlar da kafasındakileri yazmak onun için mühim olmaktan çıkar; düşlemeyi, konuşmayı, anlatmayı daha çekici bulur. Sokrates’in çenesi değil de eli çalışsaydı yine aynı tezahüratlara mahzar olur muydu acaba? Baldıran zehirini içmekten kurtulamazdı büyük ihtimalle; ama konuştuğu gibi yazamayan, belki de hiç hatırlanmayacak bir Sokrates kalırdı tarihe, öyle değil mi? O halde bazen yazma sıkıntısının yaratıcı kafanın işine de yaradığını söyleyebilir miyiz?

Bırakmak da, yazmamayı seçmek de mümkün elbette. Yazar olarak yola çıkan ne eliyle ne de koluyla bu âleme zincirlidir. Aslına bakılırsa yazarlığı meslek olarak görmemek has bir erdemdir. Örneğin; okumak daha “iyi gelebilir” yazara, Hüseyin Cöntürk’ün dediği gibi yazı bir müddet sonra ilgisini çekmeyebilir, okurken kendini daha iyi hissedebilir “yazar”. Okurken yaratıcılığının patladığını ve bunları paylaşmanın anlamsızlığına inananlara edebileceğimiz bir iki kelam var mıdır acaba?

Son yıllarda ürün vermeyen Aslı Erdoğan, Orhan Pamuk gibi tanınan yazarların da yazma sıkıntısından/spleen muzdarip olduklarını düşünmememiz için bir neden yok sanırım. Belki şahsi ya da ekonomik kimi meselelerden bunalıp bir süre ara vermeyi istemişlerdir ya da ilgileri kimi farklı alan ya da mesleklere kaymıştır; ama yazıyla arasına soğukluk giren yazarın eskiden olduğu gibi aynı şevk ve istekle yazabileceği pek akla yakın durmaz. Özellikle Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü öncesi ve sonrasında yaşadıkları yazıyla ilişkisini olumsuz yönde etkilediğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Hele ürettiği, kendini iyi hissettiği bu topraklardan zorunlu olarak ayrılıp kendine başka dilli bir toprağı seçmesi yazın dengelerini alt üst edip yazınsal şevkinin baltalandığını göz önüne alırsak yeniden toparlanıp iyi bir metinle karşımıza çıkması için biraz daha vakit var diyebiliriz.

…çünkü yazarlar da Afrika menekşeleri gibidir; çiçeklerinin açıp gürleşmesi, alttan yeni tomurcukların baş göstermesi için basit bir formül vardır; az su ve aydınlık. Eğer güneşin tam karşısına koyarsanız menekşeyi kavrulur, suyunu aksatırsanız size küser, kurur. Yazarların da yazmak için koşulları vardır ve bunlar genelde hayli basittir. Ama yer değiştirmek, ülke terk etmek ve dolayısıyla yeni bir dillin içinde var olmak zorunda kalan yazar için sadece yazı değil hayat da çekilmez olur. Sürgünün dili kekemeyse, kesik kesik çıkıyorsa bunun altında yazıyla olan ilişkiyi yaratan koşulların başkalaşmasını ve yazma sıkıntısını da aramak zorundayız.
***
“Mabedim” dediği odaya her daim özgüvenle giren yazar kapıyı ardına kadar açmaya korkuyor. Kapı aralığından odasına bakıyor. Masanın üzerinde duran araçları, yazı yoldaşları; kalem, silgi, kâğıt… Bu kadar buyurgan ve sert olduklarını bilmezdi yazar. Çekiniyor, onlardan hayli çekindiğini duyumsuyor. Bütün bir gece yazmadığı, yazamadığı için pişman. O pişmanlık çekingenliğini katmerlendiriyor, ilk defa yapılan iş görüşmesi korkusu kaplıyor içini. Kalemin sivri ucuna, kalemtıraşın jiletine, kâğıdın insanın parmağını kesen yırtıcılığına gözleri kayıyor. Bir asker, bir katil ya da ruh hastası gibi onu dikizlediklerini, taarruza hazır pusuya yattıklarını düşünüp iyice ürküyor. Kapının aralığından bir kez daha bakıyor. Yok, hayır işte ordalar, mışıl mışıl uyuyorlar masanın üstünde, yazarın gelip kendilerini “uyandırmasını” bekliyorlar. Rahatlıyor, odaya girer girmez eli istekli bir sabırsızlıkla kurşun kaleme gidiyor.


Sinem Meral

3 yorum:

Adsız dedi ki...

evet, evet!! kesinlikle!! ben deee aynen!!! =)) ama durumu çözdüm, içimden ne geliyorsa, aklımdan ne geçiyorsa artık bir saniye bile beklemeden, gerekirse avucuma, gerekirse bi peceteye, gerekirse telefonun mesaj kısmına yazıp saklıyorum. artık yazılmayan kitaplara, harcanan düşüncelere son! Çok beğendim yazını sinemcim!! =) melis

Rengin dedi ki...

Çok güzel bir yazı eline sağlık Sinemcim.Ruh halimin aynası oldu yazın. Kimi zaman neden yazmak istemediğimi,yazmak isteyip de yazamadığımı ve o anlar nelerle mücadele ettiğimi tekrar anladım. İnsanın kendi içindeki hesaplaşmanın savaşçı askerleri; kalem , kağıt ve silgi...
Seni uyandıran kelimeler aydınlığın...Yoksa sırf okudukça,öteye geçemezsin, saklanırsın.Saklarsın kendini...Olmak ya da olmamak seçimin.

Adsız dedi ki...

de�sem �l�m�n bekaretine
kesik,divit u�lu...