18 Nisan 2008 Cuma

İmre Kadızade


İMRE KADIZADE

Bir zaman hatası anladım.
Yanlış yerde yanlış bir kadın,
Sevgilim farkındaydım.

Valizim dolu yine aşklarla, acılarla
Yola çıktım sonsuz ayrılıklarla,
Öyle bir yalnızlık ki yıllar yoruldu.
Acılar pişmanlıklar ve ben yollarda.

Koalisyon Mahkemesi’nde yargılanmaktaydı. Tam olarak neden olduğunu kelimelendiremese de hissediyordu. Bir yerlerde yanlış yapmıştı. Olanları kaçırmıştı, yakalayamıyor, anlayamıyordu.

“Sen Özlem Şenol, kalk ve savunmanı yap. Her şey olup biterken, neden sadece izlemeyi seçtiğini bize anlatman ve anlattıklarını ispatlaman gerekiyor”

“Sayın Yargıç, neden yargılandığımı anlamıyorum, sadece hissedebiliyorum. Baştan anlatayım her şeyi. Belki o zaman daha rahat anlarsınız”
“Buyurun, dinliyoruz”

“Pek çok şeyin farkına vardım ama bir şeyler yapmak yerine insanlardan nefret etmeyi seçtim. O dönemlerde en çok kullandığım cümle ‘Benden sağlam diktatör olur’ cümlesiydi. İçimdeki nefreti dindiremiyordum.”
“Ben insanları iyi olduğu düşündürülerek büyütüldüm, Sayın Yargıç. Sevgisiz ve kötü ortamda yetişen insanlar kötü olurlardı, ama sevgi dolu iyi birileriyle karşılaşınca, onlar da iyi olurdu. Yirmili yaşlarımın ortasına kadar böyle büyüdüm ben.”
“İnandığım ikinci yalan ise; insanlar iyiydi. İyi insanların iyiliğini sömüren, bilinmeyen kötü güçler vardı. İnsanların emeklerini çalıyor, onları çok çalıştırıyor ama para vermiyor, kandırıp evlerini ve topraklarını ellerinden aldırıyor, kötü yasalar yaptırıyor, kötülere çok, iyilere az para kazandırıyordu. Ama önemi yoktu, paranın önemi yoktu, önemli olan onurlu, şerefli yaşamaktı. Para kazanmak için bunlardan ödün vermeye gerek yoktu.”
“O zamanlar para kazanma yükümlülüğüm olmadığı için, para ile dönen bir dünyada paranın ne kadar önemli olduğunu kavrayamamıştım. Para yoksa onur ve şeref de olamayacağını, er ya da geç parası olan birilerine muhtaç kalınacağını ayamamıştım. Daha sonra fark ettiğimde yatığım tek şey bu düşünceyi hala savunan insanlardan nefret etmek ve onları ikinci sınıf insan olarak tanımlamaktan başka hiçbir şey yapmadım. Oysa kötü olan para kazanmak değil, başkalarının hakkı olan parayı almaktı. Bu ikisi arasındaki ayrım o kadar inceydi ki kimse ayırmıyordu.”
“Ne demek istediniz?” diyen yargıcın sesi duyuldu.

“Şunu demek istedim, o çizgi o kadar silik bir çizgiydi ki yirmili yaşlarımın başında, insanların aklı paranın pisliğe bulaşmadan nasılsa kazanılamayacağı ve önemli olanın paraya sahip olmak olduğu gerisinin boş verildiği berbat bir durum ortaya çıktı. Günah ve sevap yoktu artık. Onur, namus ve erdem, parası ya da siyasi gücü olanın her şeyi yapmaya hakkı vardır düşüncesine dönmüştü, kimse fark etmiyordu. Kimse rahatsız olmuyordu. Ben oldum. Bir süre anlatmaya çalıştım. Kimse anlamayınca onlardan nefret ettim.”
“Hırsızlık, yalancılık, dolandırıcılık geçer akçe özellikler olmuştu. Bir zamanlar erdem sayılan bütün özellikler mutasyona uğramıştı. Adalet’in gözleri bugüne kadar ki en kalın bağcıkla bağlıydı. Tembellik ve işe yaramazlık en salgın hastalıktı. Beraber çalıştığım insanlar, bitişiğimizdeki Tekel depolarının, boş boş yatan kadrolu elemanlarına özeniyorlardı. O şekilde yatarak değil de iş yaparak maaş almaları zorlarına gidiyordu.”
“Gördüğüm her şey içimi acıtıyordu, Sayın Yargıç. Çalışkan, asil, zeki, çevil Türk milleti neredeydi? Yoksa ben mi şanssızdım. Bir yerlerde muhakkak vardı. Ama neredelerdi?”
“Uzunca bir süre onları aramakla uğraştım. Baktım ki bulamıyorum, kendimde hata aradım. Sonra bir yazar kadınla tanıştım. İki saatlik bir konferansın sonunda, hatanın bende olmadığını benim sadece gibi bir avuç insan kaldığını anlattı. Ya da o toplantıdan ben o sonucu çıkarmak istedim.”
“Yazardan aldığım gazla tekrar aramaya giriştim. Bana benzer tüm insanlar bazı şeylerin farkında fakat suçlu olarak Amerika’yı, CIA örgütünü falan suçluyorlardı. Onlara haklı olabileceklerini ama onlarla baş edemeyeceğimizi en azından insanlara iyi, güzel, doğru bazı şeyleri anlatmaya çalışmamız gerektiğini anlatmaya çalıştım. Başarılı olamadım, Sayın Yargıç. Sanıyorum onlar da belli bir eğitimden ve tecrübeden geçmiş olmalarının onlara üstünlük sağlamış olmasını umuyordu. Biz haklıyız, diye konuşmak ve konuşmanın sonunda görünmeyen biri gücü suçlamak kolaylarına geliyordu. Hem bir şey yapmış hissedip tatmin oluyorlardı, hem de dişe dokunur bir şey yapmamış olmalarının bahanesini bulmuş oluyorlardı. Her şeyin sonuna yaklaştığı günlerde bir grup kurdular: ‘Biz Kaç Kişiyiz?’ Çok kızmıştım, içimden etmediğim küfür kalmadı, Sayın Yargıç. Eğitimli, biraz para görmüş, demokrasinin sözde ne olduğunu bilen üç beş zibidi bir araya gelmiş, kaç kişi olduklarını saymaya çalışıyor. İnsanların eğitime ve daha doğrusu bilince ihtiyacı olduğunu bilmiyorlar mıydı? Amaç sadece kendini önemli hissettiren bir grup bulmaktı, kendini tatmin etmekti. Önemliyim, kafam çalışıyor, sizi gidi cahiller demekti.”
“Yalnızdım, Sayın Yargıç. Koskoca kalabalıklar arasında yapayalnızdım. Kimse sesimi duymuyordu. Hoş ben de çıkarmıyordum. ‘Sınırda zeka insanlarla harcayacak vaktim yok’ diyerek yatağımda uykularımı kaçırmadan mışıl mışıl uyuyabiliyordum o günlerde.”
“Her şeyin esas sebebini bulmuştum. Kıskançlıktı. En yakınım saydığım ve birbirimize pek çok katkıda bulunduğumuzu düşündüğüm insanlardan, salt kıskançlık nedeniyle en büyük kazığı yedikten sonra her şeyi daha net anlamıştım. Her şey iktidar sorunuydu. O koltukta kim oturuyor, kim oturacak? Kim yiyecek, kim bakacak sorunuydu. Kızılanlar kaymağı yiyor, kızanlar, neden herkesle paylaşmıyorsun değil, neden ben yemiyorum da onlar yiyor derdindeydi.”
“Her şeyi gördüm, her şeyi duydum, her şeyi bildim, hiçbir şey yapamadım. Ne yapacağımı bulamadım. Atatürk’ü inceledim. Tek başına, hem içeriye hem dışarıya karşı kazandığı zaferleri nasıl yaptığını anlamaya çalıştım. Ondan da vazgeçtim sonra. Adam, ömrünü vermiş, yoktan var etmiş, imkansızı yaratmış, eksisiyle artısıyla yeni bir ülke kurmuş. Sonra ne olmuş? Kimse o ülkenin kıymetini anlayamamış, har vurup harman savurmuş herkes. O da hayatını harcamakla kalmış. Kimin için, ne için? Bu sığır insanlar için. Değer mi?”
“Değmez kararı verdim, Sayın Yargıç. İşte bugün savunmaya çalıştığım Özlem, o Özlem’dir. Bunu bir mağduriyet olarak görmüyorum. Bilinç biri olarak düşündüm, karar verdim ve ona göre yaşadım. Vereceğiniz cezayı tahmin ediyorum. Üzülmüyor, mutlu oluyorum. Sonunda bitiyor. Çünkü verdiğim karar beni ne yapabilirim diye düşünmekten caydırdı, ama duymaktan, görmekten, anlamaktan ve bilmekten alıkoymadı. Her gün, insanların kendilerine ne acılar çektirdiklerini görüyorum. Her gece yatmadan, sürü halkımın bir gecede gelen vahiyle bireyler olarak uyanmaları için dua ediyorum. Her sabah kalkıp bunun olmadığını gördüğümde kahroluyorum. Belli etmemek için oluşturduğum kalkanlar işe yarıyor şükür, ama ceza almamı engellemiyor sanırım”

“Serbestsin” Yargıç çok normal bir şey söylüyordu sanki. Tokmağı vurdu ve yerinden kalktı.
“Ama nasıl olur?” diye çınladı Özlem’in sesi.

Hiç yorum yok: